Erdoğan İktidar İçin Her Şeyi Göze Aldı

Erdoğan İktidar İçin Her Şeyi Göze Aldı

İçerde ve dışarıda savaş bilançosunun giderek ağırlaştığı günlerde AKP, Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı ve tabloyu daha da ağırlaştıracak olan savaş tezkeresi, AKP, MHP ve CHP oylarıyla kabul edildi. Hukukçuların Anayasaya aykırı olarak oluşturulduğu uyarısında bulunduğu Seçim Hükümeti, geçtiğimiz hafta ilk Bakanlar Kurulu toplantısını yaptı ve Başbakan Davutoğlu, “terörle mücadelenin” kararlılıkla süreceğini, “seçim güvenliğinin” ise mutlaka sağlanacağını söyledi. Barış çağrıları ise hız kesmedi ve Barış Bloku, “Saray’ın Savaşına Karşı Acil Barış, Acil Demokrasi” sloganıyla Türkiye’nin dört bir yanında düzenlediği eylem ve mitinglerde taraflardan çatışmalara son vermesini istedi.

Geçtiğimiz haftanın öne çıkan tartışma başlıklarında biri de, Emek Partisi’nin (EMEP) “seçim hükümetine bakan vermeme” kararı oldu. Daha çok sosyal medya üzerinde yürütülen tartışmalarda yoğun eleştirilere tabi tutulan EMEP, “HDP’yi arkadan hançerlemekle” itham edildi.

Siyaset gündeminin bu sıcak başlıklarını Evrensel Kültür Dergisi Yayın Yönetmeni, yazar Aydın Çubukçu ile konuştuk. Söyleşimizin bugünkü ilk bölümünde Çubukçu, seçim güvenliği, Erdoğan’ın “7 Haziran’da yaşananlar 1 Kasım’da yaşanmayacak” sözleri, AKP’nin ittifak arayışları ve Öcalan’ın devreye girip girmeyeceğine ilişkin sorularımızı yanıtladı. Söyleşimizin yarın yayınlanacak ikinci bölümünde ise, EMEP’in seçim hükümetinde yer almama kararının yansımaları ve CHP’nin “tezkereye evet” tutumu gibi başlıklar yer alacak.

Seçim gündemiyle başlayalım. 1 Kasım seçiminin nasıl sonuçlanacağına ilişkin kamuoyu yoklamalarına da bakılarak çeşitli analizler, tahminler yapılıyor. Sizce 1 Kasım’da çıkacak sonuçları ne belirleyecek? 7 Haziran’dan bu yana yaşananlara bakarak, 1 Kasım’ın ayırt edici özelliği ne olacak? 
7 Haziran, kamuoyu nezdinde “tek adam yönetimine evet mi, hayır mı” oylamasıydı. HDP’nin sloganı “seni başkan yaptırmayacağız” idi ve halk kitlelerinin temel taleplerini, özlemlerini dile getirmesi bakımından son derece önemli bir slogandı. Seçimler, başkanlık sisteminin reddedilmesi olarak yorumlanacak bir sonuç verdi. Başkanlık sisteminin reddedilmesi, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın temel hedefinin reddedilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden de seçimlerin geçersiz kılınması için düğmeye basıldı. “Bu seçimler olmadı” dendi. Halk yığınlarının başkanlık sistemini reddederek, -bazılarının yorumlarına göre gaflete düşüp-, istikrarsızlığa yol açacak bir tercih yaptığı ve bunun temel ihtiyaçlara yanıt vermeyen bir sonuç doğurduğu öne sürüldü. Hemen ardından da, koalisyon temelinde kurulmuş hükümetlerin istikrarsızlık anlamına geleceği, bu istikrarsızlığın da kalkınmayı, “Yeni Türkiye” hedefini engelleyeceği yolunda propagandalar başladı. Ve o propagandalara eşlik eder biçimde de seçimlerin yenilenmesi fikri ortaya çıktı. Öyle anlaşılıyor ki bu fikir, seçim sonuçları alınmadan önce oluşmuştu. Yani beklenildiği gibi çıkmadığı takdirde, sonuçları kabul etmemek ve seçimi tekrar etmek yolunda bir düşünce olduğu anlaşılıyordu. O yönde yürüyüşe başlandı. Böyle bir eğilimin, seçim öncesi anketlere bakılarak önceden oluşturulduğu da söylenebilir.  Diyarbakır mitinginde patlayan bomba sonrasında, örneğin 6-7-8 Ekim olaylarına benzer toplumsal olaylar çıkmış olsaydı seçimlerin ertelenmesine hazırlanıldığını, bomba ertesi “seçimlere ciddi gölge düşmüştür” denmesine bakarak tahmin edebiliyoruz. O gün belki seçim belirsiz bir tarihe kadar ertelenecekti ve istenen sonucun elde edilebileceği koşullar sağlanmadıkça da seçim yapılmayacaktı. Fakat toplumsal karmaşa durumu elde edilemedi, seçimler yapıldı ama büyük oy kaybı, başkanlık sisteminin reddi ve HDP’nin 80 milletvekili ile parlamentoya girmiş olmasıyla, iktidar açısından korkulan başa geldi. Bu sonuç kabul edilemez olarak görüldü ve 7 Haziran seçimleri aslında iptal edildi. Şimdi 1 Kasım’da yeni bir seçime doğru gidiliyor. Burada açıkça görülen 7 Haziran’daki sonucun tekrar doğmaması için çetin bir mücadele verilecek. Bunu açıkça da söylüyorlar.

Cumhurbaşkanı’nın 30 Ağustos resepsiyonunda söylediği  “Seçim güvenliğiyle ilgili olarak 7 Haziran’da yaşananlar 1 Kasım’da yaşanmayacak” sözlerini kastediyorsunuz. Ne anlamalıyız bu cümleden?
Bu ifade, 1 Kasım’da 7 Haziran tekrarlanmayacaksa, bunu sağlayacak araçlar nelerdir? Yani “halkın yüzde 60’ına yakının tercihleri nasıl değiştirilecek de AKP’nin tek başına iktidar olması nasıl sağlanacak” gibi soruları doğuruyor. Burada son derece kötü senaryolar insanın aklına geliyor ihtimal olarak. Erdoğan tek başına iktidar için her şeyi göze almış. Yani HDP’nin seçim dışı bırakılma olasılığından başlayıp, HDP’yi yüzde 13 oy alma başarısına götüren faktörlerin ortadan kaldırılmasına yönelik tedbirlere geliniz; özellikle Kürt illerindeki seçmenin seçim sonuçlarında etkisinin hissedilmeyecek dereceye düşürülmesi için yapılacak işlere bakınız. Bütün bunlar 1 Kasım’da 7 Haziran’ın tekrar edilmemesi için alınabilecek anti demokratik tedbirler cümlesi içinde sayılabilir. Dolayısıyla oralarda kimi yerlerde yüzde 90’na kadar oy almış bir partinin devre dışı bırakılması, o seçmenin devre dışı bırakılması için neler yapılacak, sorularına, demokratik ölçüler içinde kabul edilebilir bir cevap verme imkanı yoktur.

Nitekim Selahattin Demirtaş da bölgede hem seçim ortamının, hem de güvenli bir seçim yapmanın imkanının olmadığını söyledi.
Evet, aslında farklı açılardan bakıldığında aynı sonuca ulaşılıyor, seçim güvenliği denilince iki tarafın anladığı şeyler farklı.

Nasıl?
Demirtaş’ın söylediği, seçmenin tercihlerini demokratik tarzda yansıtabileceği, kendisini tehdit altında hissetmeden istediği partiye verebileceği bir güvenliktir. Diğeri ise, seçmenin oyunu HDP’ye vermemesi koşuluyla sandık başına gidebileceği ya da HDP’ye oy vermenin ayrıca mücadeleyi gerektireceği tarzda bir güvenlik önlemidir. Bu iki ayrı güvenlik kavramı sonuçta bir çatışmanın habercisidir. Daha fazla polisiye, askeri tedbir demektir. Daha fazla seçmeni sandıktan uzaklaştırmak demektir. Seçilmiş seçmenler aracılığı ile seçimin yapılabileceği gibi bir sonucu da burada görebiliyoruz. Yani iktidar önce seçmeni seçecek, o seçilmiş seçmenler de hangi partiye oy vereceklerse verecekler. Seçilmiş seçmenler aracılığı ile seçim yapmak, bu ülkenin çok yabancısı olduğu bir yöntem değil. Gerçi iktidar “taşımalı eğitim yapıyoruz, taşımalı seçim de yaparız, ne var bunda” diyor ama kimlerin nereye, nasıl taşınacağı, taşınanların hangi etkilerle kime oy vereceği meselesi şu andan bakışta bile görülebilir. Bazı yerlerde ise mümkündür ki, tamamen sandıkların kurulmamasıyla bile karşılayabileceğiz.

Sandıkların kurulmaması, demokratik bir seçim sorgulamasına yol açmaz mı?
Bu çok umurlarında değil, önemli olan beklenen sonucun elde edilebileceği bir mekanizmanın kurulması. Çatışma alanlarında seçim yapmamak, sandık kurmamak, güvenlik bölgesi ilan etmek gibi şeyler hukuken ne kadar mümkün bilmiyorum ama pratik olarak bunu gerçekleştirecek yollar aradıklarından emin olabiliriz. Diğer bir yol, -bu aynı anda da kullanılabilir-, HDP’nin seçim dışı bırakılmasıdır. Parti olarak kapatmak mümkün olmayacak, bunun yasal yolları yok belki ama HDP’nin sürükleyici önderlerini -başta Selahattin Demirtaş olmak üzere-,  seçime girmeyeceği pozisyona sokmak, soruşturmalar, tutuklamalar gibi yollara başvurulabilirler. Gerek halk yığınları nezdinde çizdiği portre ile gerek kişisel ve siyasal özellikleriyle 7 Haziran’da HDP’nin başarısında önemli bir rol oynayan Demirtaş’ın bir biçimde devre dışı bırakılması önemli oy kaybına yol açabilir diye düşünürlerse, bundan emin olurlarsa, HDP’nin böyle bir lokomotiften mahrum olarak seçime girmesinin yolunu da arayacaklardır.

Dolayısıyla tekrar seçimlere gidilerken, hedef bellidir; 7 Haziran’ın tekrarlanmaması diye bir hedef vardır ve bunun için kullanılacak araçlar da doğrusu iç açıcı bir manzara çizmiyor.

Diğer yandan, AKP’nin Saadet Partisi ile ittifak kuracağı yönünde güçlü işaretler var. Bu ittifak tek başına iktidar olmayı sağlar mı?
Seçim sisteminde bu oyların nereden alındığı ve milletvekili miktarını nasıl etkileyeceği yönünde ayrı bir hesap yapılması lazım. O hesabı herhalde çok incelikli yapıyorlar. Her tek oyun peşindeler ve bu bakımdan da SP’nin böyle bir ittifak içinde yer alması, bazı yerlerdeki bir iki milletvekili fazlalılığı elde etmede yardımcı olabilir.

Bir de bakanlık teklifini kabul eden Tuğrul Türkeş transferi var, malumunuz. AKP’nin milliyetçi oylara talip olduğunu biliyoruz ama bu transfer milliyetçi oyları getirir mi? 
MHP’den oy koparma beklentisi var. Gerek çözüm süreci için söyledikleri, gerekse genel olarak üslupta milliyetçi temaları öne çıkaran bir propaganda yolu izlediklerine bakarak böyle bir şeye zaten 7 Haziran seçimlerinde de girdiklerini söyleyebiliriz. Tuğrul Türkeş faktörü, MHP’den oy devşirmeyi sağlayacak bir faktör müdür, doğrusu bunun beklenen sonucu doğuracağını zannetmiyorum. Çünkü Tuğrul Türkeş zaten MHP tabanında çok itibarlı bir yere sahip değil. Türkeş’in oğlu olmak pek fazla bir avantaj sağlamıyordu. Yıpranmıştı, parti içinde zaten kenarda tutuluyordu. Dolayısıyla “Türkeş’in oğlu AKP’ye geçti” diye bir kısım seçmenin de onu takip ederek AKP’ye geçeceğini düşünmek çok akla yakın değil. Bu gerçekleşmez.

Asker cenazelerinde Cumhurbaşkanı’na ve partisine yönelik sert tepkiler de bunun göstergelerinden biri sanırız… 
Evet, şehit cenazeleri AKP’nin hanesine yazılmadı. AKP onu bir propaganda aracı, özellikle HDP’ye karşı bir koz olarak kullanmak istiyordu. MHP tabanından kendisine bir yönelim olabileceğini düşünüyordu, tamamen tersi oldu. Şehit cenazeleri MHP’ye yaradı diyebiliriz.

Kürtlerden oy alamayacak, milliyetçi oylar cephesinden hesap tutmadı, öte yandan “tek bir terörist kalmayana kadar mücadeleye devam”, “başlarını ezeceğiz” açıklamaları… AKP’nin elindeki iktidar olma enstrümanlarının azalması, seçim yaptırmama ihtimalini büyütüyor mu? 
Seçimi yaptırmama mümkün değil. 1 Kasım’da seçim olacak. İmkanların bu derece tüketilmiş olması, şiddetin ve kutuplaşmanın daha yoğunlaştırılacağı bir ortama işaret ediyor bence. Olağan yollar tükendikçe olağanüstü ve toplumu ve siyaseti daha fazla şiddete sürükleyen, kamplaşmayı, boğazlaşmayı arttıran araçlara başvurulabilinir.

İhbar hattı gibi?
Evet, esnafla, muhtarlarla yapılan toplantılar rast gele şeyler değil. Bize dünyadaki diğer deneyimleri de çağrıştıran bir şeydir. Toplumsal tepkinin gerici biçimlerde tezahür etmesini sağlamak için başvurulacak araçlardan birisi küçük esnafı ve siyasetin en alt tabakası diyebileceğimiz muhtarlıkları, mahalle teşkilatlarını seferber etmektir. Yani toplumsal muhalefetin karşısına toplumun gerici tarzda en kolay örgütlenebilir ve reaksiyoner bir biçimde harekete geçirilebilir kesimlerini devreye sokmaktır. Bu bir anlamda iç savaş tedbiridir.

Toplum zaten toplum olma özelliklerini önemli ölçüde yitirmeye başladı. Dolayısıyla birbirine düşürme, birbirini linç etmeye yönelik uygulamalar için ortam var. Bunu bir de sözünü ettiğimiz örgütlenmeler aracılığı ile harekete geçirdiklerinde ortaya çıkan görüntü ancak “iç çatışma” olarak adlandırılabilir.

TOPLUMDAKİ BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK TALEPLERİ KARŞILANMADAN ÖCALAN ROL ÜSTLENMEYECEKTİR 

Öcalan’ın çağrı yaparak çatışmaları durduracağı yönündeki beklenti 1 Eylül’de oldukça yükselmişti. Fakat olmadı. Havuz medyasındaki yazarlara bakılırsa, “PKK zayıflatılacak sonra masaya oturulacak. Öcalan devreye sokulacak ama şimdi değil!” Bu tür yazılar, bir süredir dillendirilen “seçim yaklaştığında çatışmalar sona erecek” yönündeki değerlendirmeleri güçlendiriyor mu? 
1 Eylül’de Abdullah Öcalan’ın bir barış mesajı, çatışmasızlık mesajı vererek devreye sokulması PKK’yi oradan baskılaması yönünde bir düşünce, hatta girişim olduğuna dair işaretler vardı. Zaten el altından “1 Eylül’de mesaj gelecek” diye propagandası da yapıldı. Ama öyle bir şey olmadı. Sanıyorum buna teşebbüs edildi ama Öcalan’dan ret cevabı alındı. Bana göre bu yolun tekrar denenmesi zaten çok mümkün değil. Yani Kobani olaylarının olması, şiddetli biçimde PKK kamplarının bombalanması, belli başlı Kürt merkezlerinde neredeyse sivil katliamına varan bir savaş pratiği… Bütün bunlar o aracı tekrar kullanarak, tamir edilebilecek durumu ortadan kaldırdı. Öcalan’ın yeniden etkili biçimde devreye sokulması ancak süreç meselesidir. Öcalan da böyle bir rolü üstlenebilmek için herhalde barış ve özgürlük talepleri konusunda daha ısrarlı olacaktır. Dolayısıyla şu anda devreye sokulamaz. Hele bu seçim sürecinde böyle bir şey çok beklenemez.

LAF OLSUN DİYE ÖZERKLİK İLAN EDİLMEZ

Çatışmaların şiddetlendiği kimi merkezlerde öz yönetim ilan edildi ve hemen akabinde de belediye başkanları tutuklanmaya başlandı. Öz yönetim ilanlarına demokratik kamuoyu ağırlıkla, “zamanlaması yanlış” şeklinde yaklaştı. Demirtaş da “Anayasal garanti altına alınmadığı için özerklik ilanlarına sıcak bakmadığını” söyledi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya pratiğine baktığımız zaman bu tip siyasal organların ortaya çıkmasının iki koşulu vardır. Ya çok geniş bir demokrasi, ya da devrim. Böyle durumlarda bu tür yerel iktidar organları ortaya çıkabilir. Kısmi silahlanmaya dayanan ve kısmi ölçeklerde kalan girişimler kalcı ve başarılı olamaz. Ayrıca bu kavramı yıpratır ve onun söylem düzeyinde sahip olduğu itibarı kıran, geçersizleştiren bir rol oynayabilir.

Demokratik özerklik HDP’nin programında olan bir şey ama şu andaki uygulama bu değil. Dolayısıyla HDP’nin bunu eleştirmesi haklıdır. Laf olsun diye özerklik ilan edilmez.

Çubukçu: Demokrasi güçleri 1 Kasım’da daha fazla kenetlenmeli

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Seçim Hükümetinde yer alması için davetiye gönderdiği HDP’li üç isimden biri olan İstanbul Milletvekili Levent Tüzel’in daveti reddetmesi, bir dizi eleştiri, hatta suçlamayı da beraberinde getirmişti.
Evrensel Kültür Dergisi Yayın Yönetmeni Yazar Aydın Çubukçu, röportajımızın bugünkü bölümünde bu eleştirileri ve Emek Partisi’nin (EMEP) tutumuyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
Seçim Hükümetinin, AKP’nin önceki bütün politikaların sürdürücüsü olma ötesinde herhangi bir işleve sahip olmadığını ifade eden Çubukçu, “HDP kendi politikaları gereği bu hükümette yer almayı uygun görmüştür, saygıyla karşılaşırız. Ama bizim gönlümüzden geçen yer almamasıydı” diyor. EMEP’in HDP ile ittifak ve HDP’nin demokrasi mücadelesinde oynadığı rol hakkındaki değerlendirmesinin değişmediğini vurgulayan Çubukçu, Türkiye’de gelinen durumun 7 Haziran öncesine göre çok daha kritik bir hal aldığına dikkat çekerek, bu durumun demokrasi güçlerinin omuzlarına, 1 Kasım seçimlerine 7 Haziran’da sağlanan ittifaktan daha geniş bir ittifakla gitme sorumluluğu yüklediğinin altını çiziyor.
Çubukçu ayrıca, CHP’nin “savaş tezkeresine evet” tutumunu da değerlendirdi.

EMEP’in seçim hükümetinde yer almama kararı ile başlayalım. Karar, özellikle sosyal medyada çokça eleştiri ve suçlamayla karşılandı. EMEP neden hükümete girmeyi reddetti?
Bu soruya, nasıl bir seçim ve seçime hangi koşullarda gittiğimize bakarak yanıt vermek gerekir. 1 Kasım’ın nasıl bir sonuç vereceğine dair AKP içinde hakim olan beklenti, bu hükümetin karakterini belirlemektedir. Bütün bu faktörlere ilaveten, bölgedeki özellikle Suriye ve Irak’taki karışık durum dolayısıyla ortaya çıkmış olan tablo da bu hükümetin işlevlerinde önemli ölçüde belirleyicidir. Hem Ortadoğu açısından, hem ülke içindeki Kürt illeri bakımından duruma baktığımızda bu hükümetin karakteri -ne isim verilirse verilsin-, esas olarak bir savaş hükümetidir. Dış politikasıyla, iç politikasıyla AKP’nin bugüne kadar yürüttüğü politikaların sürdürücüsü ve onun 1 Kasım seçimlerine giderken daha da keskinleştirecek bir yolun izleyicisi bir hükümettir. Daha önce alınmış kararları uygulamaktan ibaret bir programı vardır. Kendine özgü bir çizgisi, programı yoktur. Bir koalisyon hükümeti için kamuoyunun genel beklentisi bir onarım, bir reform, restorasyon hükümetiydi. Bütün o beklentileri boşa çıkarmak üzere hiçbir restorasyonu, hiçbir reformu gündeme almayan ve almayacak olan bir hükümet teşkil edilmiştir. Yasal, hukuki dayanakları Anayasa’da vardır falandır, filandır ama bu hükümet, önceki bütün politikaların sürdürücü olmak ötesinde herhangi bir işleve sahip değildir. Bu başından itibaren görülebilen bir durum. Yani seçim hükümeti adı verilmiş olmasına rağmen, seçime kadar önceki çizgisi üzerinde durumu idare edecek bir hükümet olma vasfını taşıyor.

HDP neden bakanlık vermeyi kabul etti peki?
Birincisi HDP’nin anlaşılabilir gerekçeleri olabilir. Bunun içinde yer alarak bir takım uygulamaları en azından engellemeye çalışmak, yahut yapılacak işleri teşhir etmek bakımından bilgiye sahip olma gibi bazı gerekçeleri olabilir. Diğer yandan HDP’nin Türkiye partisi olmak iddiası çerçevesinde böyle bir hükümette yer alarak barışçı ve uyumlu bir parti olduğu imajını güçlendirmek gibi endişeleri olabilir. Bütün bunlar HDP açısından anlaşılabilir şeylerdir. Biz bunu eleştirsek de, çok doğru bulmasak da böyle bir tavrı, kendi çizgisi açısından savunabileceği noktalar olduğunu kabul edebiliriz. Fakat EMEP gibi sosyalist bir parti açısından kıstaslar ve beklentiler daha farklıdır. Dünyadaki diğer örneklerine baktığımız zaman, bu tür hükümete katılma çağrılarının daima muhalefetin herhangi bir unsurunun kontrol dışı kalmayacağı bir kompozisyon gözetildiği görülür. Her unsuru kontrol etmek, her unsuru “İşte hükümette de varsınız, artık susun” diyebileceği bir yere getirmek için, dünyanın pek çok yerinde kriz dönemlerinde bu tür hükümetler kurulmuştur. Ve çoğunlukla da dünyada sosyalistler, komünistler bu tür hükümetlere katılmayı reddetmişlerdir. Kabul ettikleri zaman muhalefeti satmak, muhalefeti uzlaşmaya yöneltmek, muhalefeti bastırmak gibi suçlamalarla karşılaşmışlardır ve bunlar genellikle de haklı suçlamalar olmuştur. Elde edilen sonuçlar daima burjuvazi lehine uzlaşmalarla sonuçlanmıştır ve kendi temsil ettikleri kitlelere, özellikle işçi sınıfına karşı sorumluluklarını yerine getirmemekle suçlanmışlardır ve bu suçlamalarda da suçlayanlar haksız olmamışlardır. HDP açısından bir dereceye kadar anlaşılabilir, en azından tartışılabilir olmakla birlikte, gerek tarihteki diğer örneklerine baktığımız zaman, gerekse bugünkü sınıflar mevzilenmesinin koşullarına baktığımız zaman EMEP’in böyle bir bileşimde yer alması doğru olmazdı. Nitekim buna işaret eden, yani biraz önce özetlediğimiz muhalefetin denetim dışında herhangi bir unsurunun kalmaması politikasının, isimlerin tespitinde kendisini gösterdiğini söyleyebiliriz. Levent Tüzel neden tercih edilmiştir? Aslında EMEP’e burada son derece önemli bir işaret vardır. Levent Tüzel, Kürt siyasi hareketine ait olmayan, yani toplumsal muhalefetin en dinamik kesimine en uzak görülen isim olarak tercih edilmiş imajı vardır. Dolayısıyla bu Levent Tüzel’in temel devrimci özelliklerinin silinmesi üzerinden yapılmış bir küçümsemedir, işlevleri bakımından değersizleştirmek, itibarsızlaştırmak özelliği taşıyan bir tekliftir. Kamuoyunda “İlk defa bir sosyalist bakan hükümette” şeklinde reklam edilmesi bile böyle bir kabinede bir sosyalistin yer almasının ne anlama geleceği açısından kabul edilemez bir durumdur. Levent Tüzel değil de başka biri, diyelim bağımsız bir sosyalist bu tanımlamayla hükümete çağrıldığında doğrudan doğruya sosyalizmi hedef alan, sosyalist kimliği hedef alan bir çağrı olarak değerlendirilirdi bu.

HDP’li Bakanlar Ali Haydar Konca ve Müslüm Doğan’ın, kırmızı plakayı reddetmek, yeşil yol projesini incelemek, akreditasyon uygulamasını kaldırmak, tezkereye hayır oyu vermek gibi pratikleri kamuoyunda olumlu karşılandı. Bu tutum önemsiz mi?
Bunlar aslında güzel görüntüler ama hiçbir etkisi olmayan eylemlerdir. Kırmızı plakayı reddetmek onun kişisel duruşuyla ilgili bir değer ölçüsü verir. Yahut yeşil yola bakan karşı ama yeşil yol devam ediyor, bakan olarak herhangi bir karar alma, alınmış kararı değiştirme, önceki uygulamaları reddetme, yeni atamalar yapma yetkisi bile yoktur. Belki ancak daha önceden kararlaştırılmış güncel uygulamaları kendisinin kabul etmediğini, sorumluluğunu almadığını ifade edebilir, ama bunun uygulamaları durduran bir etkisi olmuyor. Avrupa Birliği ile ilgili bakanın da durumu aynıdır. Bazı HDP’li dostlarımız, “90 yıllık Cumhuriyet’te Kürt siyasetinin hükümette yer almasını meşrulaşmanın aracı olarak gördük” diyor. Bence buna ihtiyacı yoktur HDP’nin. Kamuoyunun bütün kesimleri HDP’yi de Kürt özgürlük hareketinin tümünü de, artık vazgeçilemez bir siyasi güç olarak kabul etmektedir. HDP kendi politikaları gereği, bu hükümette yer almayı uygun görmüştür, saygıyla karşılaşırız. Ama bizim gönlümüzden geçen yer almamasıydı. Halkın çizgileri kalınlaştırdığı bir sırada bunu silikleştirmeye yönelik girişimler olmamalıydı.

Eş Başkan Selahattin Demirtaş’ın “EMEP, ittifak ruhuna aykırı davrandı” sözleri de çok tartışıldı. EMEP bakanlığı kabul etmeyerek, ittifak ruhuna aykırı mı davranmış oldu?
İttifak ruhu aslında EMEP’in geçmiş pratiğinde cisimlenmiş bir ruhtur. Yani etkisi olan her yerde, mahallede, fabrikada, köyde, kentte, kasabada, bu sorumluluğu üstlenmiş ve bütün gücüyle bir çalışma pratiği sergilemiştir. HDP’nin başarısını, demokratik muhalefetin başarısı olarak değerlendirmiş ve EMEP bu konuda yapabileceklerinin azamisini yapmak için elinden gelen gayreti göstermiştir. Dolayısıyla ittifak ruhu dediğimiz şey, oradaki pratiğe bakarak tanımlanmalıdır. Yani orada EMEP bir hata, bir eksiklik, bir gönülsüzlük yapmış mıdır, seçimler, seçim süreci, seçim sonrası mücadelede bundan geri kalmış mıdır, Kürt özgürlük sorununu ele alışında herhangi bir zayıflık ortaya çıkmış mıdır, bütün bunlara bakılmalıdır. Yani aramızda, yazılı bir sözleşme, bir protokol vs. yok. Hareketin ihtiyaçları doğrultusunda, her birimizin sorumluluk duygumuz, ödev bilincimiz vardır. Genel olarak demokrasi mücadelesinde EMEP üstüne düşeni yapmış mıdır, yapmamış mıdır, yargılama noktası bu olmalıdır. Hükümete bakan vermemek noktasından hareket ederek ittifak meselesini sorgularsak, bu önceki yapılmış her şeyi silmek anlamına gelir ki, buna da herhalde sevgili Demirtaş’ın vicdanı da elvermez.

Hükümete bakan vermeme tartışmasında EMEP’in kendi cephesinde hata ya da eksiklik yok mu?
Mesela, “Levent Tüzel bakan olmayacağını önceden söylemeliydi” deniyor. Bakanlık teklif edilecek isimlerden birinin Levent Tüzel olacağı öngörülebilir miydi? Eş başkanların, “Bizim 78 vekilimiz buna hazırdır” demesinden önce hızlı refleks gösterip, “Biz buna şerh koyuyoruz, 77 vekil olarak düşünün” diyebilir miydik? Bu bir eksiklik ve refleks zayıflığı olarak kabul edilebilir. Diğer yandan, Levent Tüzel HDP MYK’sinda değil, dolayısıyla MYK’ye bu konuyu görüşmeye girerken, en azından HDP’nin de, böyle bir olasılığı değerlendirerek, düşüncemizi sorması gerekirdi. Bu da olmadı. Bizim gibi orada da bir tutukluk, refleks eksikliği yaşanmış olmalı. Sonuçta, EMEP’in tercihini, ittifak ruhu kavramı açısından değerlendirmek yanlıştır.

PARLAMENTOYLA BAKANLIK AYRI ŞEYLERDİR
Bazı “sosyal medya yorumcuları”, “Vekil olarak meclise girmeyi kabul eden, bakan olmayı kabul etmeliydi” derken, bazıları konuyu daha da genelleştirerek, “Türkiye sosyalistleri parlamenter mücadeleyle olan ilişkilerini gözden geçirmeliler” dediler. Konunun uzun ve ayrıntılı bir yanıtı hak ettiğinin farkında olarak soralım; Hükümette yer almama kararıyla, mücadele aracı olarak parlamentonun değerlendirilmesi aynı şey mi?
Bakanlık meselesinin, genel olarak, mücadele araçları açısından parlamentonun değerlendirilmesiyle alakası yoktur. Parlamenter yollar çeşitli biçimlerde, çeşitli dönemlerde farklı olarak kullanılabilir. Bizim seçimlerde parlamentoyu mevzi olarak kullanma kararımızla, bugün bakanlık teklifini reddetmiş olmamız ayrı şeylerdir. Ve parlamento nasıl bir mücadelenin alanı olabiliyorsa, bakanlık da olabilirdi şeklinde birbirini zorunlu olarak izleyen ilişkiler de kurulmamalıdır. Bunlar farklı alanlardır. Özellikle bugünkü bakanlar kurulunun teşkil edilmesindeki saikler ve seçme yöntemi açısından ele aldığımızda, hiçbir bağlantı kurulamaz. Parlamentoya giderken halkın oylarıyla geldik. Ama bakanlar kuruluna gelirken yalnızca bir kişinin tercihiyle atandık! Bu yöntemle tercih edilip atanmış olmak bizim herhangi bir siyasi taktik gereği kabul edebileceğimiz bir şey değil. Düşünün ki, partilerden kimlerin bakanlık yapacağı partilere de bırakılmamış, “tek seçici”, partilerin tüzel kişiliklerini, iç hukuklarını, tüzük ve program ilkelerini de hiçe saymıştır. Her şey bir yana, tek başına bu bile, bir yandan Türkeş örneğinde görüldüğü gibi, her partinin içinde sorun yaratmaya yönelik bir uygulamadır, ama onun da ötesinde partileri siyaset dışına iten bir anlayışın ifadesidir. Bu siyaset tekelciliğine razı olmak, kanaatimize göre, demokrasi mücadelesiyle çelişir.

EMEP DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ GELİŞTİREREK SÜRDÜRECEK
EMEP 7 Haziran’dan hemen sonra demokrasi cephesinin büyütülmesi, güçlendirilmesi, güç ve eylem birliğinin çoğaltılması yönünde çağrılar yaptı. Bu karar, EMEP’in bu yöndeki çağrılarının etkisini zayıflatır mı? Zayıflattığına ilişkin görüşler var zira…
EMEP bugüne kadar sürdürdüğü demok-rasi mücadelesini geliştirerek sürdürmeye kararlıdır. O bakımdan herhangi bir aksama ya da değişiklik söz konusu asla olmayacaktır. Bunlar farklı alanlardır ve bizim HDP ile olan ittifakımız, HDP’nin demokrasi mücadelesinde oynadığı rol hakkındaki değerlendirmemiz değişmemiştir. İçinde bulunduğumuz koşullarda bu mücadeleyi yükselterek sürdürmek EMEP’in görevidir. Gerek dayanışma ve ittifak, gerekse kendi bağımsız çizgisini demokrasi mücadelesi içinde geliştirerek ilerletmek EMEP’in başlıca hedefidir.  Türkiye’de gelinen nokta 7 Haziran öncesine göre çok daha kritik bir hal almıştır. Bu da demokrasi güçlerinin omuzlarına, 1 Kasım seçimlerine 7 Haziran’da sağlanan ittifaktan daha geniş bir ittifakla gitme sorumluluğu yüklemektedir.

“Emek Partisi HDP ile ittifakını devam ettirecek mi” sorusuna da yanıt vermiş oldunuz ama şu da merak ediliyor, “EMEP seçimlerde aday verecek mi?
1 Kasım’a giderken destek, ittifak ya da birlikte seçime girme seçenekleri şu anda esas olarak, iki bağımsız parti olarak yapacağımız görüşmenin sonucunda netleşecektir. 1 Kasım seçimlerinden de demokrasi güçlerinin birliğinin başarı ile çıkması için her türlü desteğe açığız. Sanıyorum, görüşmelerde de şekil, yöntem vs. tartışılacak ve bir ortak nokta bulunacaktır. Partimiz GYK’sinin kararları arasında da bu var zaten. EMEP, mücadelede taktiğini, HDP’den ya da dışımızdaki solcu ya da demokrat kesimlerden gelebilecek eleştiri ya da olumsuz yaklaşımlara bakarak belirlemiyor. “Hükümete girersek sol kesimin basıncına karşı ne diyeceğiz” gibi bir kaygımız da olmamıştır.

CHP’DE DEVLETÇİ EĞİLİM HÂLÂ ETKİLİ
CHP’nin  Suriye ve Irak’a girmeyi de içeren savaş tezkeresine “evet” demesi, CHP’deki milliyetçi damarın yeniden güç kazanmasına mı işaret ediyor?

CHP, “Tezkere IŞİD’e karşı bir mücadele olduğu için evet diyoruz” diyor. Sorunu terör sorunu olarak görme eğilimi CHP’de hâlâ bir etkendir. Dolayısıyla askeri çözüm yollarından tam uzaklaşmış bir perspektife ulaştığını söylemek mümkün değil. Fakat CHP içinde buna ciddi itirazlar yönelten bir kesim de var. Mesela Suruç Katliamı’ndan sonra CHP’li gençlerin Kobanê’ye doğru yola çıkması, kimi milletvekillerinin Diyarbakır başta olmak üzere bölgede yaptıkları kamuoyu yoklama görüntüsündeki gezileri vs. eski CHP’den daha farklı bir CHP’nin en azından kımıldamaya başladığının işaretleridir diyebiliriz. Diğer yandan CHP’nin devletçi, özellikle ordunun eğilimlerini gözeten eğilimleri hâlâ yerli yerindedir ve tezkere karşısındaki durumda da bu ikinci eğilim etkili olmuştur.

ÇATIŞMA NE KADAR YÜKSEKSE OLAĞANÜSTÜ ARAÇLAR KULLANMA EĞİLİMİ O KADAR YÜKSELİR
Savaşın yeniden başlamasının, siyasete etki etme meselesinde ordunun elinin yeniden güçlendirdiği, bunun etkisini önümüzdeki günlerde daha fazla hissedeceğimize dair yorumlar var. Katılır mısınız?

Bu doğrudur. Çatışmalı ortam, siyasetin olağan araçları dışında bir takım kontrol mekanizmaları gerektirdiği kanaatini güçlendirir. Çatışma ne kadar yüksekse, olağandışı araçlar kullanma eğilimi o kadar yükselir. Mesela 90’larda ordunun ağırlıklı olarak kendisini hissettirmesi, Sivas katliamı, Uğur Mumcu cinayeti, Başbağlar katliamı vs. gibi pek çok olay art arda gelişmiş ve Çiller- İnönü hükümetini teslim almakta önemli bir rol oynamıştır. Yani çatışma ortamının keskinleşmesi, askeri araçlara ihtiyaç duyulması, askerin siyasetteki rolünü güçlendirir. Fakat bu, bugün doğrudan 90’lardaki Çiller hükümeti üzerindeki etkiye benzer bir sonuç doğurur mu, diye bakacak olursak; bugünkü hükümetin özellikle Erdoğan faktörünün devlet içinde, devlet dışında kurduğu özel mekanizmalar ve Çillerin sahip olmadığı kimi araçlar açısından bakacak olursak, bunun aynı sonuçları vereceğini söylemek zorlaşır. Başka bir tabloyla karşı karşıyayız ve burada ordunun etkisinin artmasının ne anlama geldiğini geçmişteki örneklere bakarak söyleyemeyiz.

90’LARA DÖNME DİYE BİR ŞEY YOK, 90’LARIN ÖTESİNE GEÇİŞ VAR
Çatışmaların şiddetlenip,  infazlar, sıkıyönetim ilanları, gözaltılar ve hak ihlalleri artınca “90’lara dönüş” tartışmaları da başladı biliyorsunuz. 90’lar tartışması için sizin yorumunuz ne?

90’lar aslında devlet açısından yılanın başını küçükken ezme politikasıydı. Köy boşaltmaları, koruculuk sisteminin kurulması, faili meçhul cinayetler, seri kontrgerilla uygulaması, yılanın başını küçükken ezme amacıyla yapılan şeylerdi. Şimdi ortada küçük yılan da yok, başı da yok. Bütün bir topluma yayılmış sosyolojik temellerini bulmuş bir siyasi hareket var. Tek tek önderleri, ileri gelen demokrat devrimci insanları öldürerek yıldıracak bir kitle yok artık. Dolayısıyla 90’ların o özelliğinin yerine, kitleler üzerinde genel bir pasifikasyon yaratabilecek, gerekirse kadın çocuk demeden, kitlelere yönelik bir şiddeti öngören bir politika var. 90’lardan daha karmaşık ve 90’lardaki nokta hedefler yerine bütün bir alanı hedef alan bir uygulamadan söz edebiliriz. 90’lara dönüş diye bir şey yok, ötesine geçiş var.

 

Evrensel Gazetesi

 

 

Paylaş: