Sistemin Cenazesini Ancak Birleşik Halk Muhalefeti Kaldırabilir

Sistemin Cenazesini Ancak Birleşik Halk Muhalefeti Kaldırabilir

Türkiye siyasi literatürüne ‘tekrar seçim’ kavramını kazandıran 1 Kasım seçimine 6 gün kaldı. Ancak Ankara katliamı, aylardır hemen her gün gelen ölüm, katliam, provokasyon haberlerinin en ağır halkasını oluşturduğundan, ülkede seçim değil yas havası var.

HDP’nin kuşatmaya alındığı, şiddet, baskı, gerilim yüklü bir atmosferde karşılanan 1 Kasım’ın, 7 Haziran’dan çok farklı sonuçlar üretmeyeceğine ilişkin gözlemler anket şirketlerinin verileriyle destelenince, koalisyon formülleri dillendirilmeye, kaostan çıkış senaryoları üretilmeye başlandı bile. Senaryolarda, AKP-CHP koalisyonu yine en makbul seçenek olarak sunulurken, CHP lideri Kılıçdaroğlu, “MHP ile de koalisyon kurmak isteriz” dedi. 1 Kasım, Türkiye’nin krizine çare üretebilecek mi? Yaşanan tablonun birinci derecede sorumlusu olduğu halde, AKP neden oy kaybına uğramıyor? HDP’nin seçimden güçlenerek çıkması neden önemli? Seçim sonuçları, Kürt sorunun çözümüne nasıl yansır? Sandık, demokrasi mücadelesinde nerede durur? Evrensel Kültür Dergisi Yayın Yönetmeni yazar Aydın Çubukçu ile konuştuk.

Liderlerin ağırlıkla medya üzerinden yürüttükleri propagandalar olmasa, altı gün sonra Türkiye’nin en kritik, en tarihi seçimine gittiğimiz iddiasına karşılık gelen bir hava yok. Neden yok? 
Her şeyden önce seçimin bir tekrar seçim olması, oy verecek olanlarda da bu duyguyu yarattı. “Tekrar olacak”, “Bir şey değişmeyecek”… Oysa oy verirken herkesin bir umudu vardır, bir şey değişecektir, oy verdiği parti iktidar olacaktır vs. Ama şimdi öyle bir duygu yok. Mesela geçen seçimlerde demokrat kamuoyunun heyecanı vardı, çünkü HDP’nin barajı aşması önemli bir mücadele sorunuydu ve bunu kazanmak için elinden geleni yaptı herkes. Heyecan vardı. CHP’liler açısından yine aynı şekilde, oy oranlarını arttırmak ve daha güçlü bir şekilde parlamentoya girmek gibi bir dertleri vardı. AKP içinse, her şeyden önce kendi durumunu korumak, iktidarını sürdürmek amacı vardı, bunun için de seçimlere bütün gücüyle asıldı. Sonuçta bütün yurt sathında, seçim öncesi atmosfer dediğimiz hava bütün renkleriyle, bütün unsurlarıyla yaşandı. Şimdiyse bir şeyi değiştirmek ya da ilerletmek için değil, bir formaliteyi yerine getirmek için sandığa gidilecek. Bunun da heyecan verici bir tarafı yok tabii.

7 Haziran’a da gerilimin, şiddetin yükseltildiği bir ortamda varmıştık. 1 Kasım’a gelene kadar bu daha da arttı, savaş kararı verildi, katliamlar yaşandı ve Ankara bunun zirvesi oldu. Herkesin sorduğu soru şu; Onca şeye rağmen sonuç nasıl değişmiyor? Özellikle de iktidar partisi açısından…

AKP’nin neden oy kaybetmediği ilginç bazı verilerle anlaşılır oluyor. Mesela, “Ankara katliamını kim yapmıştır?” sorusuna AKP’ye oy veren seçmenlerin verdikleri yanıtlarda önce PKK, arkasından belki IŞİD ve ondan sonra DHKP-C vs. sayılıyor. Yani hükümetten, Cumhurbaşkanı’ndan gelen her söz orada tekrarlanıyor. Burada yalnızca AKP’ye oy vermek bakımından değil, onun söylediklerine iman etmek bakımından da bir kilitlenme var. Özellikle 7 Haziran sonrasındaki provokasyonlar zinciriyle elde edilen bir kenetlenme var. Bu durum, AKP karşıtı kamuoyunda nasıl belirli bir nefrette rol oynuyorsa, bu tarafta da o nefrete karşı bir duvar örme duygusunun rol oynadığını düşünüyorum. Karşılıklı bölünme son derece derin. Toplumsal ortamdaki sürekli gerilimin yarattığı bir uçlara doğru çekilme, uçlarda birikme hareketinin sonucu. Fakat AKP karşıtı kamuoyunda da kendi içinde bir bölünme olduğu açık. Sadece AKP karşıtı olmak bakımından aynı yerde görünüyor ama birbirleriyle ilişkisi yok. İlginç olan, böyle bir ortamda bazı gerçekler pek açık bir biçimde bazıları için görülebilirken, bazılarının masala inanması, yalana inanmak için bu kadar gönüllü olmasıdır. İktidar yalanın gücünü görüyor ve akıl almaz komplo teorileriyle şöyle söyleyebiliyor; “Dış güçler, Amerika, Fransa, İngiltere DAİŞ’i, PKK’yı ve DHKP-C’yi bir araya getirdiler. Onlar da bu eylemi yaptılar!” Buna inanabiliyor insanlar.

AKP’nin 7 Haziran seçim stratejisi HDP’yi itibarsızlaştırma, din, Kuran, bayrak ve elbette milliyetçilik temaları üzerine kurulmuştu. Savaş kararı ile gidilen 1 Kasım seçimlerinde de aynı temalar var. Ancak diğer yandan, cenazelerin gelmesiyle AKP’ye dönük tepkilerin çoğalması da var. Buna rağmen yalan nasıl karşılık buluyor? 
Bunun örneklerini dünyanın başka yerlerinde de, özellikle savaş sürecinden çıkmış Almanya’da çok net biçimde görüyoruz. Savaş, en görünür etkisini bu iki unsurun, din ve milliyetçiliğin kullanıldığı propaganda etrafında toparlanma şeklinde gösteriyor. Çünkü olağan şartlarda din ve milliyetçilik bu kadar etkili olmaz. O şablonun tekrarlandığını görüyoruz. İçerde ve dışarıda savaş, din ve milliyetçiliğin ağır bastığı bir propagandayla birlikte gidiyor. Dolayısıyla o “bir olma, diri olma, milli, yerli olma” söylemi, “düşmanlara karşı burada birleşin” çağrısıyla bir arada söylendiğinde, bir kazanç olarak iktidarın hanesine yazılıyor. Diğer taraftan, milli bir felaket olarak kabul edilen Ankara katliamından sonra bu umulan “milli birliğin” hiç de sağlanamadığını gördük.

Katliamın ardından gelen “oh olsun” şeklindeki tepkileri kastediyorsunuz?
Evet. Ölenler için saygı duruşunun yapıldığı bir yerde bile yuhalamalar görüldü. Sosyal medya denilen çöplükte “hepsi geberseydi” diye yazanlar oldu ve epeyce böyle bir çamur ortaya saçıldı. Kimse bundan farklı düşüncelerin birleşebileceği bir etki çıkartamadı. Olamadı. Neticede resmi üç günlük yas ilan edilirken bile, Hükümet “şehit polislerimiz, askerlerimiz ve terör kurbanları” diye bir başlık attı. “Bu ara çok ölü verdik” diye ilan edildi. O duyguya, üzüntüye iştirak etmedi. Aynı şeye sevinen, aynı şeye üzülen insanlar topluluğuna millet adı verilir! O tanıma göre ortada artık bir millet yoktur, onu görüyoruz. Diğer yandan çöküşün son derece kapsamlı ve etkili olduğunu da görüyoruz. Şu anda kimse bir devlet var mı, yok mu cevap veremez. İstihbaratı, yargısı, bakanlıkları vs. bütün bu kurumlarıyla işlemeyen bir cihaz var ortada. Dağılmış vaziyette. Doğrudan doğruya sistem çöküyor. Bunu görmek lazım. Ortada bir ceset var ama cenazesini kaldıracak bir güç yok, bunalım oradan doğuyor. Yani kuvvetli, güçlü bir halk muhalefeti ile bu çöküş denk geldiği anda dünyadaki örneklerini biliyoruz, başka bir sisteme geçilir. Burada geçilemiyor.

1 Kasım, bu bunalımın aşılmasına katkı sunar mı? 
Bence dünya koşulları bakımından da bakarsak, bu son derece ağır vaziyete seçimler hiçbir çare üretmez. Dolayısıyla krizin derinleştiği ve diktatörlüğün kendisini pekiştirmek için başka araçlar devreye soktuğu bir döneme girme tehlikesi büyük. Bunun neler olabileceğini bilmiyorum.

HDP’nin seçimden gücünü arttırarak çıkması, bunalımın aşılmasına etki eder mi peki? 
Eğer HDP rejimin payandalarından biri olsaydı, rejimin kurucu ilkeleriyle, onun politikasıyla ideolojisiyle HDP arasında birebir çakışma olsaydı, böyle bir şey olurdu. Ama diyelim bir koalisyon durumunda HDP’yi hükümete alma yanlısı olan kimse yok. CHP böyle bir ortaklığa giremez, AKP girmeyeceğini beyan etti. MHP zaten “HDP’yi yok sayıyorum” dedi. Dolayısıyla çözümün olağan koşullar altında ve kurallara uygun olarak gerçekleşmesinde HDP’nin rol oynamayacağı açıktır. Oynatılmayacaktır. Yani öyle bir şeye HDP razı olsa bile, bu rol ona verilmeyecektir.

HDP sözünü ettiğiniz güçlü bir halk muhalefeti yarattığı koşullarda durum değişir ve rolünü oynayabilir mi? 
Halk muhalefeti yeni bir ‘ulusal birlik’ atmosferi yaratabilirse, yani Kürt, Türk ve diğerleri, Alevi, Sünni vs. mevcut derin parçalanmayı-bölünmeyi aşacak bir yeni birlik gücü gösterebilirse, demokrasi yönünde değerli ve ciddi bir adım atılabilmesi için diğer partileri sıkıştırabilir. Diyelim ki HDP bu kez yüzde15’i aştı ve halkın önemli bir kesiminin kendi temsil ettiği demokrasi anlayışı yönünde büyük bir destek olduğunu gösterdi; bu durumda örneğin CHP’nin daha ileri, daha demokratik bir programla daha ileri bir platforma taşınmasına yol açabilir. Bu, örneğin CHP’nin tek başına seçim kazanmasından daha farklı bir durumdur. Demokratik halk muhalefetinin birleşik bir güç gösterebilmesi önemli ölçüde HDP’nin daha ileri bir pozisyon elde etmesine bağlıdır. Aslında bu bakımdan da, 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan sonuç değişmemiştir. O zaman da, geniş halk kitleleri için demokrasi ve barış umudunu güçlendirecek ve muhalefetin bütün ileri kesimlerinin birleşmesini kolaylaştıracak olan buydu. Özetle söyleyecek olursak, 1 Kasım’ı 7 Haziran’dan daha farklı kılabilecek tek değişiklik bu olabilir. Dolayısıyla, demokrasi güçlerinin, artan bir biçimde HDP’yi desteklemesi öncekinden daha önem kazanmıştır.

SEÇİM MÜCADELENİN İLERLETİLMESİ BAKIMINDAN ÖNEMLİ HDP BU YÜZDEN DESTEKLENMELİ 

Sandık-demokrasi ilişkine dair tartışmalar, 1 Kasım seçimleri vesilesiyle yine gündemde. Sandık, yaşadığımız kaosu düzeltecek biricik araç, demokrasinin yegane çıpası olarak değerlendiriliyor. Erdoğan’da 7 Haziran’ı tanımadığını atlayarak, eleştiri yönelten muhalefete sandığı işaret etmeye devam ediyor. Seçimler, demokrasi mücadelesinde nerede durur? 
Türkiye koşullarında genel oyun özel bir araç olarak değerli bir anlamı var. Bu araçla kendimizi ifade edebiliyoruz, bu yolla iktidarı sınırlamak ya da kimi uygulamalarına engel olmak gibi bir rol yükleyebiliyoruz. Şüphesiz şunu da biliyoruz; eğer rejimin değişmesi, özgür, eşit bir toplum kurulması söz konusuysa, genel oy bir yere kadar iş görür. Bunu en son Kürt illerinde görüyoruz. Belediyeleri kazanmış, genel oyla çok büyük siyasal başarılar elde etmiş bir partinin silahla geriye itildiği koşullarda başka bir şey devreye giriyor artık. Genel oy artık orda hangi sonucu vermiş olursa olsun, neticede sistem kendisini silahla savunuyor. Bunu görüyoruz. Fakat Türkiye çapında baktığımızda özellikle şu iktidar altında ve bu seçimlerde, seçim sonuçlarının iktidar partisini daha da geriye itmesinin demokratik imkanlarını genişleteceği gibi bir öngörüyle hareket ediyoruz. Seçim, nihai bir mücadele değildir. Seçim kazanarak bütün özlemlerimizin gerçekleşeceğine dair bir umudumuz, hayalimiz yok. Ama mücadelenin daha ilerlemesi, halk güçlerinin daha derlenip toplanması, ve birlikte hareket etme imkanlarını kullanarak bir iktidarı en azından geriletmesi, sarsması büyük bir başarı olacaktır. O yüzden seçimlerde HDP’nin desteklenmesinin ne kadar önemli olduğunu Emek Partisi her yerde anlatıyor ve bütün imkanlarıyla, gücüyle HDP’yi bu seçimlerde desteklemeye karar vermiş bulunuyor. Bakış açısı budur.

AKP ROLÜNE BAĞLI KALDIKÇA HİÇBİR HÜKÜMET BİLEŞİMİ REJİMİN SORUNLARINA ÇARE OLMAZ

1 Kasım’da kayda değer değişiklik olmayacağına ilişkin görüşler anket şirketleri verileriyle de kuvvetlendikçe, yine AKP-CHP koalisyonuna işaret ediliyor . Bunun Türkiye’ye nefes aldıracak tek seçenek olduğu söyleniyor. 17 Haziran’da, koalisyon tartışmalarını değerlendirdiğiniz yazınızda, ‘AKP, kendi dışında bir ya da birkaç partiyle koalisyon kurmak istiyorsa, kendinden vazgeçmeyi göze alacaktır! Ama böyle bir ihtimal yoktur’  demiştiniz. Bu kez böyle bir ihtimal var mı? 
Bence bugün hem Almanya’sından ABD’sine, Rusya’sına kadar dış dünya, hem de içerdeki rejim endişesi taşıyanlar benim o yazıda söylediğim durumu daha tedirgin bir biçimde görüyor. Yani AKP bölgede oynadığı role bağlı kaldığı sürece, içerdeki herhangi bir hükümet bileşimi rejimin sorunlarına çare olamayacaktır. O zaman ya AKP’yi bundan vazgeçirmek ya da AKP içinde bir bölünme yaratarak, oradan gelen bir güçle bu politikayı dışlayan bir hükümet kurmaya çalışmak senaryolardan birisi. Bir ucundan bunun propagandasını yapanlar da var. Son günlerde ortaya atılan 5. parti oluşumları da bunun işaretlerinden biri. AKP ise bunun karşısında kendi etrafında yeni bir birlik örmeye çalışıyor. “Politikanın değişeceğine dair işaretler var mı” derseniz, aslında manevra imkânı kalmamış bir durumda. Yani geriye çekilemez, ileriye de gidemez. Son derece sıkışık bir vaziyette. Dolayısıyla kimi ara çözümleri, mesela Rusya’nın Esad’lı çözümünü geçici bir süre için kabul etmek gibi bir yerde durabilir. Başka çaresi yok.

AKP-CHP seçeneğine geri dönersek?
AKP-CHP hükümetinin kurulması, AKP’nin bağımsız hareket etme imkânını kazanması, politikalarını revize etme perspektifine gelmesi, Cumhurbaşkanı’nın anayasal sınırlara çekilmesi, CHP’nin de ağırlıklı bir güç olarak parlamentoda temsil edilmesi gibi pek çok koşulun bir araya gelmesine bağlı.

Nokta dergisi tarafından ‘AKP günlükleri’ başlığı ile verilen ve AKP üst düzey yöneticilerinin parti stratejilerini belirlediği toplantılara ait olduğu iddia edilen notlar, AKP cephesinde saydığınız koşullara dair nasıl bir tablo sunuyor? Zira notlarda, sürekli gerginlik ve düşmanlık yaratarak seçmen mobilizasyonu sağlama stratejisinin artık ters etki yaratmaya başladığı belirtilerek, çareler geliştiriliyor… 
Günlüklerden yansıyan, bir panik havasıdır. AKP’nin toplumdaki her duyguyu sömürdüğünü, bunun da “duygusal vampirizm” olduğunu açıkça söylüyorlar. Kabataş yalanı bir duygusal vampirizmdir, “Ahh benim canım kardeşim, bilmiyorsunuz, ne çekiyoruz” diye başlayan konuşmalar böyledir. “AKP giderse kaos olur, beyaz Toroslar gelir” demek duygu sömürüsüdür. En son Ankara katliamının PKK ve PYD’ye yıkılması da bu çerçevededir. İşin nasıl toparlanabileceğine dair fikir üretmeye çalışıyorlar ama şu açıkça görülüyor; AKP artık yekpare bir parti değil. Sözü edilen 5. parti ya da Gül’ün işlevi konusunda söylenenler de buradan dayanak buluyor. Seçim sonuçları bu bakımdan da yani, AKP’nin yekpare bir parti olma pozisyonu bakımından da yeni sürprizler getirebilir.

HÜKÜMET ANKARA KATLİAMI’NIN SOSYAL VE SİYASAL SORUMLUSUDUR

Ankara Katliamı sonrasında ortaya çıkan belge ve bilgiler, Hükümetin katliamdaki dahline ilişkin ne söylüyor? Söz konusu belgelere rağmen Hükümetin ve Erdoğan’ın ısrarla PKK/ PYD’yi sorumlu tutmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
PKK, PYD meselesi hem, Suriye krizi ile ilgili olarak ortaya atılmış bir eşitleme kavramıdır, hem de içerde doğrudan doğruya HDP’yi hedef alan propagandanın bir parçasıdır. Herkes biliyor ki IŞİD bu eylemi yaparken, şuna buna danışmak gibi şeylere ihtiyacı yoktur. Çünkü bütün sürece baktığımızda Türkiye sınırları dâhilinde serbestçe hareket etmesine imkân veren bir resmi desteğe sahiptir. Bundan doğrudan doğruya “IŞİD, Ankara Katliamı’nı bu destekle yaptı” sonucu çıkartılmayabilir. İlle de o sonucu vermez bu, ama bomba depoları kurmak, irtibat noktaları oluşturmak, irtibat noktaları arasındaki kuryelerin serbestçe gidiş geliş imkânına sahip olmak, bütün bunlar Ankara Katliamı’nı pervasızca yapabilmesine fırsat tanımıştır. Dolayısıyla sosyal ve siyasal bakımdan bu hükümet katliamdan apaçık bir şekilde sorumludur. Cezai bir değerlendirme söz konusu olduğunda yargıya sunabilecek yeterli delilimiz var mıdır, bilmiyorum, ama siyasal ve sosyal sorumluluk bakımından hükümetin bu işin baş sanığı olduğu açıktır.
PYD’nin ve PKK’nin eşitlenerek ülke içindeki politikaya dâhil edilmesi ve propaganda da hep birlikte anılmaları, hem Rojava, Kobane direnişinden dolayı PYD’nin Türkler ve Türkiye demokrat kamuoyu nezdinde sağladığı o büyük prestiji sarsmaya yönelik bir girişimdir, hem de Amerika ve Rusya’nın aynı anda PYD’yi meşru bir güç olarak kabul etmesinin doğuracağı sonuçlara karşı bir bariyer kurma endişesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü PYD’nin meşru bir güç olarak kabul edilmesi demek, doğrudan doğruya Rojava’nın, Suriye’deki Kürdistan’ın kabul edilmesi sonucu doğuracaktır. Bu ise, Türkiye’nin bölgedeki bütün o gelişmelere rağmen karşı koyacağını açıkça ilan ettiği bir pozisyondur.

KANDİL VE İMRALI’NIN DIŞINDA TUTULDUĞU YENİ BİR MÜZAKERE SÜRECİ TASARLANIYOR

Kürt sorunu, konuştuğumuz meselelerin merkezinde durmaya devam ediyor. Yayınlanan AKP günlüklerinde sorunun çözümüyle ilgili, ‘bu saatten sonra masaya dönmek de, süreci aynı aktörlerle götürmek de artık imkan dahilinde değil’ deniyor, psikolojik harp tekniklerini uygulamaktan bahsediliyor. Bu konuşmalardan şunu mu anlayalım; AKP çözüm sürecini buzdolabından asla indirmeyecek?
Eğer masaya yeniden dönmekten, Dolmabahçe protokolünü ortaya çıkaran aktörler tekrar orada bir araya gelirler diye anlıyorsak, bu imkansız, evet. Orada yeni bir protokol ilan edilecekse bile tamamen farklı bir bileşim görülecektir. CHP’nin özellikle son zamanlarda geliştirdiği parlamento aracılığı ve HDP ile sorunu çözmek diye bir planı var. Bu CHP’den ziyade, sorunun bu şekilde çözülmesini onaylayan kimi çevrelerin planıdır ve CHP bunu sahiplenmiştir. ABD, Avrupa ve sorunla ilgilenen belli başlı güçler, artık Öcalan’ın ve Kandil’in buna dışardan dahil olabileceği, daha doğrusu sürükleneceği, mecbur kalacağı başka bir bileşim düşünüyorlar. En elverişli araç HDP’dir burada. Çünkü bir kere sivildir, parlamentoda temsil edilen bir partidir, bir “düzen partisi”dir, dolayısıyla onunla halletmek herkesi rahatlatacaktır. Silahlı güçlerin ve İmralı’nın dışında tutulduğu bir yeni müzakere süreci tasarlandığını görüyoruz, ama burada şu koşul olmalı; CHP’nin etkili olduğu bir hükümet bileşimi, HDP’nin etkili olduğu bir parlamento ve silahlı güçlerin/ İmralı’nın bu planı onaylaması. Bu üç şart bir araya gelirse, yeni bir müzakere süreci başlar. Daha farklı bir program üzerinden yeni bir anlaşmaya doğru gidilebilir.

‘Savaşın sürdürülebilir olmaması gerçeği, yeni çarelerin üretilmesini gerekli kılıyor’ denebilir mi?
Tabii. Hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hem bölge aktörleri şu anda uygulanan politikanın çözüm getirmediğini, “terörün kökünü kazırsak bu iş biter” diyenlerin aslında boş konuştuğunu biliyor. İşin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel cephesi bulunduğunu, bir bütün olarak Kürt sorununun bunların tümünü içerdiğini gören herkes, silahın bir çözüm aracı olmadığını da görüyor. O zaman bu üç koşul nasıl bir araya gelebilir, yani etkili bir CHP, etkili bir HDP, bu planı uygulamaya gönüllü bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti nasıl bir araya gelir ve silahlı güçler buna nasıl onay verir? Beklenti açısından koyarsak, seçimlerden çıkabilecek en olumlu sonuç budur.

İktidarın eylemsizlik kararını tanımamasında, HDP’yi kriminalize etme, itibarsızlaştırma, dolayısıyla oylarını düşürme politikası da önemli bir faktör sanırız…
Kuşkusuz. Devlet, eylemsizlik kararına ateşle cevap verdi. Ve hiç durmadı. Hatta çatışmayı kışkırtan bir rol oynadı. Çünkü biraz önce de tespit ettiğimiz gibi, savaştan siyasal sonuç elde etmek gibi bir derdi var. Halk da yılgınlık yaratma, tabanını kemikleştirme, HDP’yi de terör kampına dahil ederek etkisizleştirme planında ısrar etti.

Seçimlere sükunet içinde gidildiği koşullarda HDP’nin başarısının daha da artacağını şüphesiz HDP’ye karşı olanlar da biliyor. Onun için sükunet ortamını bozan bir yol izlediler ve HDP’nin etkisinin böyle kırılabileceğini düşündüler. “Ankara’dan sonra oylarımız arttı” dedi Başbakan. “Ankara’dan sonra oylarımız arttı” diyen bir iktidar, Ankara olaylarını çoğaltmayı düşünüyor demektir. HDP’nin seçim mitinglerini iptal etmesinin altında yatan gerçek de budur. Çünkü oraya yönelik daha büyük, daha farklı katliam girişimleri mutlaka olacaktır. Dolayısıyla akıllıca bir tercihle meydan mitinglerini yapmama kararı aldılar.

AKP’NİN KENDİSİNİ MEŞRU HÜKÜMET OLARAK ONAYLATMASININ TEK ŞARTI SEÇİMİN YAPILMASI 

Ankara katliamı, ‘seçimi yaptırmama girişimi’ olarak da değerlendirildi. Kimi yorumculara göre seçimi yaptırmama girişimleri zayıflasa da tamamen masadan kalkmış değil. Siz olası görüyor musunuz? 
Provokasyonlar zincirinin nereye kadar uzanacağından, Ankara’nın seçimden önceki son nokta olup olmadığından emin değiliz. Ancak yine de onu göze alamazlar diye düşünüyorum. Çünkü meşruiyetini tamamen kaybetmiş bir iktidar haline gelmiş olacaklar. Dünyadaki tepkilere de bakarsak, bu hükümetin seçim yapmama şansı yoktur. Yani zaten hiçbir itibarı kalmamış, çok zorunlu olmadıkça kimse görüşmüyor. Bu kadar tecrit olmuş bir hükümet seçimle kendisine bir onay almak zorunda. AKP’nin kendisini meşru hükümet olarak onaylatarak sürdürmesinin tek şartı, seçimleri yapması.

REJİMİN AĞIR BUNALIMA GİRDİĞİ KOŞULLARDA OLAĞAN DIŞI GÜÇLERİN DEVREYE GİRMESİ KAÇINILMAZ HALE GELİR

Malumunuz, yaşadığımız tablo, sivil darbe ya da ara rejim olarak da tarif ediliyor ve ‘1 Kasım’ın bu ağır vaziyete çare üretememesi durumunda, yaşanan örtülü baskı rejiminin yerini daha açığına bırakacağı’ söyleniyor. Ne dersiniz? 
Bunun daha açığı askeri rejimdir aslında. “Darbe için koşullar yoktur, ordu demokrasi cephesine çekilmiştir, artık Türkiye’de darbe olmaz” deniyor ama rejimin böyle ağır bir bunalım içinde olduğu koşullarda olağan dışı güçlerin devreye girmesi kaçınılmaz hale gelir. Yani rejimin kendi kuralları içinde kendisini tamir edemediği bir durumda, bu kuralların dışında hareket eden güçler kaçınılmaz olarak devreye girer. Teorik olarak böyle. Pratik olarak baktığımızda ordunun bugünkü komuta kademesinin yapısı vs. göz önüne alındığında “buradan darbe çıkmaz” diyenler var, ama ordunun başlıca görevi rejimi korumaktır.

KOPUŞU TELAFİ EDECEK MEKANİZMALARIN ÇALIŞMASINA İZİN VERİLMİYOR

Biraz önce ‘bölünme son derece derin’ dediniz ama toplumun duygularını sömürme stratejisinin bir sonucu olarak yaratılan kutuplaşmanın, giderek onarılamaz hale geldiği analizlerine katılır mısınız? 
Bütün unsurlarıyla bir iç savaş görüntüsü ortaya çıkmış bulunuyor. Toplum bu kadar düşmanlaştırılmış, unsurlara ayrılmışken, linç, kundaklama gibi parça parça görünen şeylerin aslında bir bütünün parçası olduğunu görmek gerekir. Giderek denetlenemez, bu süreci başlatanların bile istemedikleri bir duruma doğru gidildiğini söyleyebiliriz. Kopuş derindir ve bunu telafi edebilecek mekanizmaların çalışmasına da en azından bu seçim ortamında izin verilmemektedir. AKP içindeki kimi aklı başında adamlar da “iyileştirici bir şeyler yapmak zorundayız” diyor ama o yönde atılacak her adımın AKP’yi zayıflatacağını hesap eden başka bir akıl var. Gevşemenin, yaptığından üzüntü duyuyormuş gibi davranmanın zayıflık olarak kabul edileceğini düşünen başka bir politika var. Çünkü buna benzer adımlar atanlar -Abdullah Gül olsun, Bülent Arınç olsun- hemen sindiriliyorlar, dışlanıyorlar. Ak troller denen şebekenin bir anda nasıl vahşileştiklerini görebiliyoruz. Yani bu sindirme hareketi plansız değil. Bu tür adımların konuşulmasını bile şu anda zararlı gören insanların ortaya çıkması, genel o psikolojik savaş terimi içinde değerlendirilmelidir ve bu yüzden de en azından seçim sonuçlarına kadar başka bir atmosferin doğması yönünde bir adım beklenmemelidir.

Evrensel Gazetesi

Paylaş: