2018’de Rekabet ve Güç İlişkilerinde Daha Sert Yöntemler Devreye Girecek

2018’de Rekabet ve Güç İlişkilerinde Daha Sert Yöntemler Devreye Girecek

2017 yılını, dünyada krizlerin arttığı ve yeni tehlikelerin oluştuğu bir yıl olarak değerlendiren BM Genel Sekreteri Guterres, kriz, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, sosyal eşitsizlik faktörlerindeki artış ve yükseliş eğiliminin güçlenmesi nedeniyle “dünyayı 2018 yılında yeni tehlikelerin beklediği”ni açıkladı ve “alarm seviyesini kırmızıya çıkarıyorum” dedi.

Uluslararası bir sermaye kuruluşunun genel sekreterince yapılan bu açıklama ya da değerlendirme önümüzdeki yıl ve yıllarda yüzyüze kalma olasılığı güçlü olan olgusal gelişmelere işeret etmesi nedeniyle dikkate değerdir. BM Genel Sekreterliği görevini üstlenen biri tarafından yapılmış olması, işaret edilen tehdidin gerçekliğini gölgelemez. Guterres, aynı açıklamasında nükleer silah tehdidinin daha da arttığını da sözkonu etmektedir ve bu da uluslararası gelişmelerin bir diğer yanıdır.

2018, hiç kuşku götürmez biçimde 2017’den daha gergin, daha çatışmalı; rekabet ve güç ilişkilerinde daha sert yöntemlerin devreye girdiği; tekelci büyük sermaye ve temsilcilerinin dünyanın her tarafında daha saldırgan politikaları uygulayacakları bir yıl olacak. Uluslararası alanda, bölgemizde ve ülkemizde burjuva devletleri arasındakilerle birlikte sınıflar arası ilişkilerde barışçıl, liberal, reformcu değil, çatışmacı-saldırgan ve savaşçı politikalar yoğunluk kazanacaktır. Emperyalist büyük güçlar arasındaki rekabetin kızıştığı; pazar ve etki alanları mücadelesinin sertleştiği bu dönemde, bağımlı ülkelere güç müdahaleleri, ekonomik, askeri ve diplomatik baskı daha da çeşitlenerek artacaktır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki savaş koşulları ve yoğunluğu devam etmektedir. Latin Amerika ülkelerine baskı artmıştır. K. Kore’ye karşı Amerikan şantaj politikası ve karşılıklı provokatif girişimler sürüyor. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’den sonra İran ve Lübnan’da da biriken sosyal-ekenomik ve politik sorunların istismarı üzerinden emperyalist politikaları pratiğe geçirme stratejisi yürürlüktedir. Bağlı olarak bulundukları bölgelerde etkilerini artırmak isteyen sermaye devletleri yöneticilerinin birbirlerine karşı ve içerde halklara yönelik politikalarında terörist saldırganlık ve militarist baskıları güç bulacak; bu ise bir yandan milliyetçi gerici ideolojinin “antiemperyalizm” maskesiyle halk kitlelerini etkilemenin aracı olarak kullanılmasının, diğer yandan da kitlelerin sermaye çıkarları doğrultusunda sindirilip susturulmasının olanağına dönüştürülmesi için, burjuva devlet yöneticilerinin gerici çabalarında yoğunlaşma anlamına gelecektir.

İbareleri değil somut göstergeleri bütün kapitalist ülkelerde artık çok daha belirgin halleriyle görülübilir durumdadır. Tekelci burjuvazinin uluslararası “ortak değerleri”nden sözedilebilirse eğer, o ancak siyasal gericilikte görülen bu yoğunlaşmadaki ortaklıktır. Bundandır ki, sermaye hükümetleri ve devletlerini yönetenlerden birinin diğerlerine karşı ikiyüzlülükten, riyakârca sert sözlerden başka, öne sürecekleri fazlaca bir itirazları olmamaktadır. Onlardan herbiri kendi ülkelerindeki ve hatta komşularıyla başka yerlerdeki halklara karşı baskı, terör ve katliam politikaları izlemekte olduklarından, demokrasi, özgürlük, barış, refah ve huzur üzerine açıklamaları, caniyane amaçlarını örtme amacıyla bağlıdır.

Türkiye bu bakımdan çarpıcı göstergeler sergilemektedir. Erdoğan yönetiminin uluslararası ve bölge politikaları gerginlik, çatışma, saldırı ve savaş kışkırtıcı özellik gösteriyor. Libya, Irak ve Suriye’de bu politika uygulandı. Militarizm tekelci-oligarşik karakteriyle güçlendirildi. Suriye topraklarına askeri müdahaleler gerçekleştirildi. Sudan başta olmak üzere bazı ülkelerde askeri üsler kuruldu ve bunlar “güçlü devlet” propagandasıyla şövenist milliyetçiliğin silahına dönüştürüldü. İçeride halk kitlelerinin demokratik-sosyal ve kültürel taleplerle yürüttükleri mücadeleyi sivil ve resmi militarist güçlerle ezmenin araçları güçlendirildi. Ordu, polis ve korucu güçlerinin yanısıra iktidar partisi ve yöneticilerinin çıkarlarınca yönlendirilen özel milis güçleriyle muhaliflere karşı kontra eylemleri gerçekleştirecek çeteler oluşturuldu. Bunlara yasal koruma sağlayan “kararnameler” çıkarmak yoluyla palalı-tüfekli gurka birliklerinin kitlesel katliamlarına ortam hazır hale getirildi. Buna karşı çıkanlar ise darbeci ve dış güçlerin ajanı suçlamasıyla etkisizleştirilmek isteniyor.

Bütün bunlar, tekelci sermaye iktidarının ülkede “iç savaş” politikalarıyla yol almaktan kaçınmadığını gösteriyor. İktidar yanlısı olduğunu gizlemeyen HÖH yöneticisi muhalefete karşı savaşaçaklarını açık açık dile getirirken, HDP, CHP ve İYİ Parti yöneticileri, çeşitli kentlerde silahlı müfrezeler oluşturulup askeri eğitim verildiğini dile getirerek buna açıklık getirilmesini isterlerken, başka türlü düşünülmesi yalnızca aptallık olur. Erdoğan-AKP ve ortaklarının, Amerikan karşıtlığını da kullanarak yürüttükleri politika ülkeyi ve çeşitli milliyetlerden halk kitlelerini büyük felaketlere taşıyan bir özellik göstermektedir.

Siyasal bakımdan ileri kesimleri başta olmak üzere Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri, siyasal iktidarın ve sermaye çıkarlarınca belirlenen politikalarının oluşturduğu bu büyük tehlikeyi görerek hareket etmediklerinde; bu tehdit ve tehlikeyi püskürtmek üzere birleşip iktidarın politikalarına karşı çıkmadıklarında, 2018’in 2017’den daha beter gelişmelere sahne olması engellenemez. Gericiliğin güç kazanması ise asla ve asla halk kitlelerinin, ya da onların iktidar yanlısı belirli kesimlerinin yararına olmayacaktır. Aksine, kullanabildikleri kırıntı hakları da yok olma tehlikesiyle yüzyüze gelecek, iç çatışma potansiyeli büyüyecek; literatürleri kefen, küfür, tehdit, savaş, yok etmek, inlerinde boğmak gibi kavramlarla süslenen burjuva iktidarı kendi çıkarları için ateş toplarını tutuşturmaktan kaçınmayacaktır.

İşçi sınıfı, ileri emekçiler, ilerici-demokrat aydınlar, gençlik ve kadın kitlelerinin ön saflarında bulunanlar bu bakımdan, son on yılların en ağır sorumluluğuyla yüzyüze gelmişlerdir. Tehlike küçümsenecek türden değildir. Umutsuzluk ve “ne yapılabilinir ki?” belirsizliği ise sadece iktidar güçlerine ve onların uluslararası çıkar ortaklığı yaptıkları tekellere yarayacaktır. İran’daki gelişmeler, Amerikan ve diğer emperyalistlerin karışmalarına karşı halk uyanıklığı gereksinimi saklı olmak üzere, yığınların baskıyla uzun zaman susturulamayacağının yeni bir örneğine sahne olmaktadır. Türkiye ise, çok daha keskin çelişkilere sahiptir ve kitlelerin kendilerini ezenlere karşı kaderci boyun eğişlerinin değişmeyeceğini sanmak, toplumsal gerçeklikleri tekyanlı görmek, çelişkileri unutmak ya da yok saymak olacaktır ki, bu asla doğru bir yaklaşım olamaz. Örgütlenmek, örgütlerini sağlamlaştırmak, ne için mücadele edildiğinin bilinciyle birleşmek, günün acil ihtiyaçları içinde öne çıkmıştır.

A. Cihan Soylu-Evrensel Gazetesi

Paylaş: