Grev işçinin, emekçinin üretimden gelen gücünü kullanmasıdır. İşçi, üretim sürecinde emeğiyle var olur. Üretimden gelen gücünü kullanarak haklarını sağlamak için emeğini bir mücadele aracına dönüştürür. Bu en doğul hakkıdır. Tarihsel süreçte de bu araçla sınıf için ciddi kazanımlar sağlanmıştır. Bu da sermaye sınıfını ve hükümetlerini korkutmuştur, farklı dönemlerde grevler hep yasaklanmak istenmiştir. Grevler demokrasinin sağlanmasının de en temel faktörüdür.
Bugüne gelirsek, ortada bir grev kararı var ve işçilerin bu kararı alma hakkı da var. Bu hakkın ertelenerek yasaklanması hiçbir yasaya, ahlaka uygun değildir. Bu karar hükümetin, sermaye piyasa yanlısı ekonomi politikalarının sonucudur. Karar, hükümetin sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini, işçi sınıfını ve emekçileri yok saydığını gösterdi. İktidarda işçilerin yaşamlarını bile yok sayan, iş cinayetlerini engellemek için düzenleme yapmayan, Meclisten hâlâ emekçiler üzerindeki sömürüyü artıracak yasalar çıkartmaya çalışan bir hükümet var. Son verilen erteleme/yasaklama kararında da “Ulusal güvenliği ve kamu sağlığını tehdit” eden bir durum olmadığı ortada.
TEMEL MESELE OTOMOTİV SEKTÖRÜNÜ KORUMAK
Burada temel mesele otomotiv ve cam sektörünün küresel rekabet içerisinde engelle karşılaşmamasını sağlamak. Hükümet küresel rekabette, “İşçi sınıfının başını kaldırtmam. İstediğim kadar da düşük ücretle en kötü koşullara razı ederim, sermayeye mükemmel bir kâr alanı sağlarım” diyerek sermayeye yatırım iklimi yaratmak istiyor. 1 Mayıs’taki şiddetin nedeni de, iş cinayetlerini engelleyecek düzenleme yapmamasının da esneklik yasalarını çıkarmasının nedeni de bu.
Peki buna kim engel olacak? Türkiye’de yaşayan insanların büyük kısmı emeği ile geçinenlerdir. Emeği ile geçinenlerin, en başta da emek örgütlerinin buna karşı çıkması gerekir. Çünkü burada işçi sınıfının en temel hakkı olan grev hakkı elinden alınmaktadır. Grev hakkı olmadan toplu pazarlığın hiçbir anlamı olmaz. Sendikaların örgütlenmesi ve varlığı da anlamsız hale gelir. Bütün sınıfın ve sınıfın tüm katmanlarının bir araya gelip bu grevin hayata geçmesini sağlamak için ortak mücadele etmesi zorunludur.
Ancak ne Türk-İş ne diğer konfederasyonlar ve sendikalar bugüne kadar görevlerini layıkıyla yerine getirmedi. Gelinen noktada 5 bin 800 cam işçisi kendi başına bırakılmıştır. Böyle olmaması gerekir. Niye kamu emekçileri konfederasyonları dahil, bütün sendikalar, konfederasyonlar dayanışma grevi kararı almazlar?
MEVCUT SENDİKACILIK İFLAS ETTİ
Bu durum bize sendikalarda hakim olan müzakereci, sosyal diyalogcu, uzlaşmacı anlayışın iflas ettiğini bir kez daha göstermiştir. Sendikalar yıllardır bu anlayışla hareket ediyor. İşçi sınıfı da haklarını kaybediyor. Ders çıkartmak gerekiyor. Bugün Türkiye’nin bir çok yerinde işçi direnişleri var. Bunların ortaklaştırılması, ortak taleplerle ortak mücadele yürütülmesi gerekir.
Bu yasak bize önemli bir noktayı daha bir kez daha göstermiştir. Bilindiği gibi Gezi direnişi sırasında Boyner’in, Koç’un direnişe destek verdiği üzerine çokça şey söylenmişti. Hayır, biz kapitalist toplumda yaşıyoruz, işçi sınıfı ve burjuvazi iki sınıf vardır ve çıkarları bir birine zıttır. Koç’un ve işçinin emekçinin aynı çıkarlarla bir arada bulunması mümkün değildir. İşçiler bunu yaşayarak görüyorlar. Örneğin Soma’daki işçilerin büyük kısmı AKP’ye oy veriyordu. Türkiye’nin bu sahte siyaset anlayışından kurtulması gerekir. Üretim süreçlerini dikkate almadan laiklik, antilaiklik, milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik üzerinden son olarak Tayyip Erdoğan’ın başa gelip gelmemesi üzerinden yapılan ayrımlar, siyaseti zayıflatan, sömürü düzenini üzerine örten politikalardır. Plazasından madenine kadar çalışan tüm emekçilerin çıkarlarının bir olduğunu göstermek gerekir. Şişecam grevi ve bu grevin yasaklanması bu gerçeği bir kez daha gösterdi.
Yrd. Doç. Özgür MÜFTÜOĞLU
Erteleme mi, yasaklama mı; yoksa Anayasal suç mu?
Prof. Dr. Yuksel AKKAYA
Sendikayı sendika yapan iki temel unsur vardır. Biri toplu pazarlık hakkı, diğeri de grev hakkı. Bir yerde sendikal özgürlüklerden, toplu pazarlık hakkından söz edebilmek için mutlaka grev hakkının var olup olmadığına bakmak gerekir.
Sendika özgürlüğünü de toplu pazarlık hakkını da belirleyen tek ve en önemli unsur grev hakkıdır. Grev hakkından yoksun bir evrende ne toplu pazarlıktan, ne de sendikal özgürlükten söz edilebilir. Her üçü de birbirini tamamlayan, birbirine vücut veren etkenlerdir, eylemlerdir, birbirlerinin olmazsa olmazıdır.
İlgili yasaya göre bir grev, Bakanlar Kurulunca ancak genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte ise ertelenebilir. İdari bir karar olduğu için de, Bakanlar Kurulunun kararının denetimi ve yasaya uygunluğu açısından Danıştaya yürütmeyi durdurma ve iptal davası açma hakkı düzenlemiştir. Ancak, Türkiye’de uygulamada, Bakanlar Kurulunun grev erteleme ile ilgili aldığı kararların arkasında genel sağlık veya milli güvenliği bozucu nedenlerden çok, sermayenin istekleri ve çıkarları doğrultusunda “görülen lüzum üzerine” grevi erteleme adı altında yasaklama amacı yattığından, dava açma hakkı karşılığını bulmamaktadır.
Bakanlar Kurulu her ne kadar ilgili yasaya dayanarak “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” gördüğü grevleri erteleme adı altında yasaklasa da, gerekçe haksız ve doğru olmadığı için anlamsızdır; bu nedenle yasal düzenlemeyi kötüye yorumlamaktan da ötedir. Böyle olduğu için de ortada işlenen bir anayasal suç vardır: Sendikal örgütlenme ve eylem hakkının gaspı suçu! Zira daha önce de belirtildiği gibi sendikal özgürlük serbest toplu pazarlık hakkını ve onu besleyen grev eylemini içeren bir bütündür. Bu bütünün parçalarından birinin ihlali sendikal özgürlük ile bağdaşmaz. Bakanlar Kurulu, Kristal-İş’in grevini erteleme adı altında fiili olarak yasaklayarak hem grev hakkını ortadan kaldırmış, hem de toplu pazarlık hakkını yok etmiştir. Bu ise sendikanın varlık nedenini ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir.
Bu erteleme adı altındaki yasak sendikal özgürlük hakkını çiğnemekle kalmamış, çalışanların anayasal hakkı olan sendikalaşma hakkını da gasbetmiştir. Kuşkusuz onaylanmış uluslararası sözleşmeler ile çalışanlara tanınmış olan sendikalaşma hakkını da gasbetmiştir. Böyle olduğu için, Bakanlar Kurulunun bu kararı Anayasa’ya aykırı olduğu kadar, onaylanmış uluslararası sözleşmelere ve temel metinlere de aykırıdır. Bu aykırılık nedeni ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru hakkı da doğmuştur.
Turkiye işçi hareketi Anayasal hakkı olan sendikal örgütlenme hakkına yönelik bu yasadışı karara karşı önemli bir sınavla karşı karşıyadır…
Türkiye’de grev hakkı yoktur. Nokta!
AKP hükümetinin Kristal-İş üyesi 5800 işçiyi kapsayan Şişecam’a bağlı işyerlerinde uygulamış olduğu grevin “genel sağlık ve milli güvenlik” gerekçesiyle ertelemesi Türkiye’de grev hakkının olmadığının yeni bir kanıtı oldu. 12 Eylül döneminde çıkarılan 2822 sayılı yasada yer alan grev erteleme mekanizması AKP tarafından çıkarılan 6356 sayılı yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda da yer almaktadır. AKP 12 Eylül’ün grev yasaklama rejimini olduğu gibi sürdürmektedir.
6356 sayılı yasada yer alan grev erteleme mekanizması fiilen grev yasağı anlamına gelmektedir. Grev erteleme uygulaması sonucunda Türkiye’de grevlerin kökü kazınmıştır. Grev ertelemeler nedeniyle 2000’li yıllarda Türkiye’de yasal grev uygulaması yapılamamıştır. Yasaya göre 60 günlük erteleme süresi sonucunda greve yeniden başlama olanağı bulunmamaktadır. Grevin yeniden başlayabilmesi için idari yargıdan yürütmeyi durdurma veya iptal kararının alınması zorunludur. Bu yüzden erteleme fiili yasak anlamına gelmektedir. Dahası Danıştay’ın vermiş olduğu yürütmeyi durdurma kararına rağmen grevler yeniden ertelenebilmektedir.
AKP döneminde üçü cam sektöründe biri lastik bir diğeri de madencilik sektöründe olmak üzere 5 grev milli güvenlik ve genel sağlık gerekçesiyle ertelenmiştir. 2003 yılında Şişecam’da alınan grev kararının ertelenmesini üzerine sendika Danıştay’a başvurmuş ve Danıştay yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. Hükümet bu yargı kararına rağmen grevi ikinci kez ertelemiştir.
Grev ertelemelerinde hükümetin yasanın verdiği yetkiyi kötüye kullandığı ve işverenlerin talepleri doğrultusunda milli güvenlik ve genel sağlık ile ilgili olmayan grevleri bu bahane ile ertelediği görülmektedir. Hükümet grevleri milli güvenlik nedeniyle değil sermayeye zarar verdiği için, sermayenin çıkarlarını korumak için ertelemektedir. Grevin ekonomik zarar vermesi başlı başına bir tehlike olarak görülmektedir. Bu da bize grev ertelemelerinin sınıfsal karakterini göstermektedir. Milli güvenlik sermayenin çıkarlarını koruma maskesi olarak işlev görmektedir.
Grev ertelemeleri Türkiye’de grevlerin kökünü kazımıştır. AKP döneminde büyük ölçekli hiçbir greve izin verilmemiştir. Bazı grevler ertelenmiş bazı grevler ise kırılmıştır. 2007 Telekom grevi taşeron ve kapsamdışı personel uygulaması ile kırılmıştır. Son yılların iki önemli grevi olan Çaykur ve THY grevi ise işveren ve hükümet tarafından uygulanan grev kırıcılığı yöntemleri ile etkisiz hale getirilmiştir.
Hükümetin bu grev erteleme yetkisi olduğu sürece her grev her an milli güvenlik gerekçesiyle ertelenebilir. Kısaca Türkiye’de grev hakkı yoktur. Nokta!
Karşılığı genel grev olmalıdır

Yrd. Doç. Nilgün ONGAN
Örgütlü işçi hareketi, patronun sermaye gücüne karşı bireysel olarak pazarlık etme imkanı bulunmayan işçilerin bir araya gelmesi ve ortak hareket etmesidir. Sendikal hak ve özgürlükler ise bu mücadelelerin bir kazanımı olarak uluslararası hukukta yerini almıştır. Dolayısıyla sendikal hakların özü, patronun sermaye gücüyle başa çıkabilmek yolunda işçilerin pazarlık gücünün arttırılmasıdır.
Tarafların pazarlık gücü, bir tarafın diğeri üzerinde maliyet oluşturabilme kapasitesine göre belirlenir. Nitekim grev hakkı da işçilerin üretimden gelen gücünü kullanarak, patron üzerinde ekonomik maliyet yaratacakları bir sınıfsal mücadele aracıdır.
Grev ne kadar sınıfsal bir haksa onu engelleme, bastırma, yasaklama iradesi de aynı ölçüde sınıfsal bir tercihtir. Dolayısıyla grev ertelemesiyle ilgili tek “güvenlik” gerekçesi, işçilerin hak arama mücadelesine karşı patronun “ekonomik güvenliğini” korumaktır. Ve patronun ekonomik güvenliği ise “milli güvenlik” olmayıp sadece patronun güvenliğidir.
Grev hakkının meşruiyeti, esasen işçilerin üretimden gelen gücüdür. Bununla beraber gerek ILO denetim organlarının verdiği kararlar gerekse bu kararlara atıf yapan AİHM kararları doğrultusunda bu hak uluslararası hukuk tarafından da tescil edilmiştir. Örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakkından oluşan sendikal hakların bölünmezliği ilkesi, uluslararası hukukun ve Anayasa’nın 90. Maddesi uyarınca ulusal hukukun da güvencesindedir.
Bakanlar Kurulunun Şişecam grevi için verdiği “erteleme” kararı doğrudan, açıkça ve tartışmasız olarak bir hukuk ihlalidir. Nitekim 2003- 2004 yıllarında verilen iki “erteleme” kararı da “Cam sektörü ve milli güvenlik arasında bir bağlantı kurulamadığı” gerekçesiyle Danıştay tarafından iptal edilmiştir.
Muhtemelen bu hukuksuz karar da iptal edilecek ve işçiler bir kazanımla daha yollarına devam edecektir. Ancak Bakanlar Kurulunun bu kararı; AKP’nin temel haklara bakışını, sınıfsal kimliğini ve demokrasi anlayışını bir kez daha deşifre etmiş ve ileri 12 Eylül’ün, orijinaliyle aynı zihniyeti taşıdığını gözler önüne sermiştir.
12 Eylül 1980 darbesinin ardından sürmekte olan grevler aynı “milli güvenlik” gerekçesiyle durdurulmuş ve 1982 Anayasası doğrultusunda hazırlanan Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası’nda (2822) Bakanlar Kurulunun “grev ertelemesi” yetkisi düzenlenmiştir. 60 günlük erteleme süresi sonunda anlaşma olmazsa grevin devamı yerine zorunlu tahkimi öngören bu düzenleme esasen bir “erteleme” olmayıp, grev yasağıdır.
AKP’nin bir “demokrasi zaferi” olarak takdim ettiği 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumundan sonra yürürlüğe giren Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda (6356) bu hüküm muhafaza edilmiştir. Ve görüyoruz ki; uygulanmaktadır da.
Sendikal haklar bir bütün olarak insan hakları kapsamındadır. Dolayısıyla grev hakkının ihlali sadece Şişecam işçilerinin değil tüm işçi sınıfının meselesidir. Dahası hiç kimse için hiçbir hakkın güvence altında olmadığını göstermektedir.
Karşılığı genel grev olmalıdır.
Evrensel Gazetesi
