Ortadoğu’da Düğümlenme ve Çözülmeler

Ortadoğu’da Düğümlenme ve Çözülmeler

Dünya kamuoyu, geçtiğimiz yazdan beri, büyük bir şaşkınlık, kaygı ve öfkeyle Ortadoğu’daki gelişmeleri izliyor. Nitekim Irak ve Suriye halkları hazirandan bu yana, özellikle IŞİD güçlerinin eylemlerinde cisimleşen bir barbarlıkla yüz yüze. Ortadoğu’da adeta Ortaçağın mezhep savaşları hortlamış bulunuyor: Irak’ta yıllardır neredeyse her gün yüzlerce masum insanın katledildiği intihar eylemleri; Suriye’de yıllardır devam eden ve yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan iç savaş yetmezmiş gibi, üstüne bir de IŞİD’in taarruzuyla birlikte ilkel bir vahşet – mezhepsel kıyımlar, kafa kesmeler, kadınların köle pazarlarından satılması vb. – belirmiş bulunuyor.

‘21. yüzyılda böylesi bir barbarlık nasıl olabilir?’ soruların yöneltildiği Batı kamuoyu ise, bu barbarlığın haber ve görüntülerini; Ortadoğu’da peydahlanan Ortaçağın, kapitalist burjuva uygarlığıyla bir alakası yokmuş gibi, onun dışında ve ona rağmen ortaya çıkmış gibi işleyen bir basından takip ediyor. Bu tekelci basın, emperyalist ülkelerin sorumluluğunu, yalnızca bu barbarlığa müdahale etme noktasında saptıyor! Onu da, insani nedenlerden ziyade, emperyalist emelleri perdeleyen ‘bu vahşet yoksa bize de sıçrar’ korkuluğuyla yapıyor. Oysa, Ortadoğu’da bugün karşı karşıya geldiğimiz bu ortaçağ barbarlığı, kapitalist emperyalist çağın tersyüzünden başka bir şey değildir!

Zamanıyla ABD’nin ‘neocon’ ve generalleri, Ortadoğu ve Asya’da kendi dayatmalarına karşı gelecek güçleri, mağrur bir edayla ifade ettikleri ‘iki bin yıl geriye bombalanacaklar’ söylemiyle tehdit ediyorlardı. Bunun bir söylem düzeyinde kalmadığı, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin Afganistan, Irak ve Libya’daki saldırı ve savaşlarıyla acı bir gerçekliğe dönüştüğü herkesin malumudur. Kapitalist emperyalist çağın “ileri teknolojik” bombaları sadece Ortadoğu’nun insanlarını katledip evlerini başına yıkmadı, aynı zamanda devletlerini dağıttı, toplumsal dokularını çözdü, her ne kadar yapay ve zorbalığa dayanıyor olsa da o bölgelerdeki devlet ve ulus mefhumunu parçaladı. Ve kaçınılmaz olarak bu koşullarda insanların aidiyet duygusu; devlet ve ulus yerine, giderek aşiret ve din-mezhep üzerinden sağlanır hale geldi. Ortadoğu’da devletlerin çözülüşü üzerinden güçlenen mezhepçiliğin önünü, bizzat ABD emperyalizmin savaş ve müdahalelerinin doğurduğu koşullar açmıştır. Bu bakımdan, IŞİD, dolaysız bir biçimde bu emperyalist politikaların bir sonucudur!

Ortadoğu’da yeni bir çözülme süreci

Açıkça görüldüğü gibi, Georg W. Bush ABD’sinin “state building” (devlet inşa etme) stratejisi, “state destroying” (devlet imha etme) ile sonuçlanmıştır (Obama yönetimi bu gerçekliğin farkındadır. ABD’nin IŞİD’e karşı geniş bir koalisyon kurup hava saldırılarında bulunmasını Obama’nın Bush’laştığı şeklinde yorumlamak yüzeysel olacaktır).

Karşı karşıya kaldığımız olgu kısaca şudur: Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerince sınırları çizilen devlet ve rejimler ve gerekse özel olarak da Ortadoğu, bazıların zamanıyla “yapıcı kaos” diye tarif ettikleri tarihi bir çözülme sürecinde bulunmaktadır. Bu sürecin, biri pozitif, diğeri negatif olmak üzere iki ayrı dinamiği mevcut: pozitif olanı, Arap halklarının ayaklanma ve isyanları temsil ederken; negatif olanı, başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin bölgedeki müdahale ve savaşlarının yıkıcı sonuçları ifade etmektedir.

Eğer dünyaya hükmediyorsanız, o vakit olağanüstü ekonomik, politik, askeri, diplomatik ve medyatik olanaklarınız var demektir. Bu, bir emperyalist devlete, başarısızlıkları bile lehine dönüştürmeyi öngören politikaları izleyebilme olanakları vermektedir. Obama ABD’sinin sözü edilen dinamiklerle ilgili politikası; negatif olan dinamiği pozitife ve pozitif olanını negatife dönüştürmeye çalışmak olarak özetlenebilir. Başka bir deyişle; mevcut gerici ve otokratik rejimleri sarsan Arap halklarının ayaklanmalarını, onların siyasal ve örgütsel zaaflarından yararlanmak suretiyle, rayından çıkartmak ve kendi emperyalist dayatma ve politikaları için kullanmak. Öte yandan ise, yakın geçmişe kadar bölgede izlediği politikalarının ürünü olan devletsel ve toplumsal çözülmeleri, bu çözülmenin doğurduğu/doğuracağı boşluklara şu ya da bu bölgesel veya uluslararası gücün sızmasını önlemenin ve yeniden şekillendirmenin bir kaldıracı olarak değerlendirmek.

Birinci duruma Mısır çarpıcı bir örnek sunarken, konumuz da olan ikinci duruma, “IŞİD’e karşı mücadele” girişimi somut bir örnek teşkil etmektedir. ABD’nin, oldukça geç yüzleştiği IŞİD’i adeta bir pitbull gibi, özellikle bölge devletlerini ve güçlerini terbiye etmenin bir aracı olarak kullandığı açık olsa gerek. Irak’ta çizmeyi aşan Maliki’nin devrilmesi bunun sadece ilk sonucuydu. IŞİD üzerinden bölge devletlerinin hegemonya eğilimlerini “budama” (terbiye edilip hadleri bildirilmek istenilenler arasında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar da vardır!) işin bir boyutu iken, diğeri, bölge halkları nezdinde son derece sarsılmış olan ABD imajını kökten yenilemektir. Nitekim daha şimdiden bu hamleler, bölge devletlerinin ilişkilerinde önemli kaymaları tetiklemiş, yeni çıkar birliklerinin önünü açmıştır. Örneğin İran, kurulan koalisyonda de facto yer almakta ve özellikle Türkiye’nin itibar kaybından azami ölçüde faydalanmaya çalışmakta. Öte yandan İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır arasında Müslüman Kardeşlere karşı yakın zaman öncesinde oluşan ittifak, ABD’nin yeni hamleleriyle daha geniş alanları kapsama olanaklarını elde etmekte. Ve bu arada Rusya da, ABD ile anlaşmazlıkları artan Türkiye ile alttan alta daha yakın ilişkiler kurmanın gayreti içerisinde…

ABD, IŞİD’in güçlenmesini bizzat beklemiştir. Örgütün mantığını, ideolojisini, politik hedeflerini ve dayandığı “sosyolojik gerçekliği” (eski konumunu yitiren Sünni kesim) bildiğinden, onun güçlendiğinde, nasıl ve nereye yöneleceğini hesaplamış, ona göre bir müdahale planı belirlemiştir. Fakat bu planın göze çarpan iki çelişkili öğesi var:
a) Düşman ilan edilen IŞİD’in mevcut çapıyla (azami olarak 20-30 bin silahlı kişiden söz ediliyor), ona karşı kurulan koalisyonun büyüklüğü (40 ülkeyi aşıyor!) arasındaki bariz orantısızlık.
b) ‘Karada savaşacak ABD askeri gönderilmeyecek’ kesin ilanı karşısında, (ABD genel kurmayınca da kabul edilen) düşmanın nihai olarak ancak kara birlikleriyle tasfiye edilebileceği gerçeğinin durması.

Bu iki çelişkili öğenin de açıkça işaret ettiği gibi, “IŞİD ile mücadele” stratejisi, hiç de IŞİD’in dolaysız tasfiyesinin zaruri gerekleri üzerine bina edilmemiştir. Buna bir de, ABD’li yetkililerinin, ‘bu mücadele en az 3 yıl olmak üzere yılları alacağı’ savı eklendiğinde (eski CİA Başkanı ve savunma bakanı Panetta, “kanımca bir tür 30 yıllık savaşa doğru gidiyoruz” demekte!), Ortadoğu’daki gelişmelerin yalnızca bölgede olup bitenlere bakılarak açıklanamayacağı görülmektedir.

Kuşkusuz, Ortadoğu’nun kendine has stratejik önemi değişmemiştir. Bununla birlikte, Ortadoğu’nun ABD’nin dünya hegemonyası stratejisinde bugün teşkil ettiği yer öncesiyle aynı değildir. Dünya hegemonya stratejisini yenileyen ve ağırlık noktasını Asya-Pasifik’e kaydıracağını ilan eden ABD, başka hamlelerinin yanı sıra kaya gaza ve petrolüyle kazandığı yeni pozisyonla da, Ortadoğu’da seçenekleri ve taktik esnekliği en güçlü emperyalist güç durumundadır. Ortadoğu, günümüz ABD’sinin dünya hegemonyası mücadelesinin asıl olarak yoğunlaştığı bölge değildir artık.

Gelinen yerde ABD’nin bu bölgedeki angajmanının ölçüsü, genel dünya hegemonyası mücadelesinde kaydedeceği ve/veya kaydedemeyeceği adımlara göre şekillenmektedir. Bu ölçü, halihazırda şunu gerektirmekte: Ortadoğu’da hiçbir emperyalist ve bölgesel ciddi devletin ABD’ye karşın ve onun hegemonya mücadelesini zayıflatabilecek önemli mevziler kazanmasına müsaade etmemek! Aslında bu, ABD’nin sadece Ortadoğu’da değil, dünya çapındaki hamlelerin de bir yerde ölçüsüdür: hiç kimsenin güç bakımından kendisine yakınlaşmasına dahi müsaade etmemek; bu alanda yol kat etmek isteyen tüm rakip güçlerin, tam da onların gelişmesinde önem arz eden mevzi ve olanaklarını tahrip etmek (Ukrayna üzerinden Almanya’yı Rusya ile özel ilişkilerini sarsmaya zorlamak, Japonya ve Hindistan üzerinden Çin’e kendi bölgesinde hegemonya kurmasına meydan vermemek, IŞİD üzerinden hem bölge ülkelerini terbiye etmek ve hem de rakip güçlerine sınırlar çizmek vb.). Bugünün ABD’si, “yeni bir dünya kurma” iddiasında bile değil artık (mevcut koalisyon söylemde bile bir şey için’i değil de, bir şeye karşı’yı içermekte sadece!). Aksine, onun önceliği şimdi; başkalarının, kendisinin hala “efendisi” olduğu dünyayı onun aleyhine değiştirebilecek mevziler kazanmasını baştan engellemek ve böylelikle de onu sınırlayacak “yeni bir uluslararası düzenin” doğmasına meydan vermemek.
Bu bakımdan ABD’nin IŞİD karşısında oluşturduğu koalisyon, bir yerde de, bölgedeki tüm merkezkaç eğilimleri dizginleme ve disipline etme platformudur. ABD, “IŞİD’e karşı mücadeleyi” uzun bir sürece yayarak hem zaman kazanmak ve hem de bölgesel çözülmelere genel dünya hegemonyası stratejisi bağlamında yön ve şekil verme opsiyonlarını elinde tutmak istemektedir.

AKP hükümetinin oynadığı ve oynadığını sandığı rol

Türkiye’deki AKP hükümetinin bölge siyaseti, emperyalizm ile işbirlikçilik ve bunun gerekleri üzerinden üstlenilen “taşeronluk” ilişkisinden ibaret olmadı. Özellikle Suriye politikası, eski dışişleri ve şimdiki başbakanın teorisini oluşturduğu “derin strateji”ye bağlı olarak, “Yeni-Osmanlıcı” yayılmacı hayaller içermekteydi. Türkiye’nin kendi talep ve hedefleri de vardı. “Esad devrilecek”, Şam Emevi Camii’nde namaz kılınacaktı! Bu amaç uğruna, ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın da Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada ifşa ettiği gibi, AKP hükümeti elden gelen hiçbir şeyi esirgemedi. Türkiye uluslararası İslamcı lejyonerlerin geçiş ve kaçış kapısı oldu. Maceralara atılındı…

AKP hükümetinin, iflas ettiği artık herkesçe kabul edilen bölge politikasının, özellikle Suriye savaşı süreci boyunca neye niyetlendiği ve ama neler ürettiği artık az çok dünya kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. Bu hükümet ama şimdi, masada tüm parasını kaybetmek üzere olan bir pokerci gibi davranmakta! Karşısında oturan oyuncunun yüz hattında küçük bir zayıflık belirtisi fark ederek oyunun bedelini artırmak istemekte! Nitekim, ABD ile müzakerelerinde koalisyona katılmanın şartlarını yükseltmiştir: Suriye sınırları içerisinde “tampon bölge”nin kurulması (son günlerde “güvenli bölge” diyorlar!), bu bölgenin “uçuşa yasak bölge” ilan edilmesi ve orada “Suriye muhalif güçleri”nin de eğitilmesi ve donatılması (göç edenlerin de bir kısmının yerleştirilmesi).

İlginçtir: ABD’nin koyduğu mücadele hattının, hedef ilan ettiği IŞİD’i etkin ve hızlı bir biçimde tasfiye etme gerekliklerinden bariz uzaklığı, AKP hükümetinin oluşturulan koalisyona katılmaya getirdiği şartlar nezdinde tam da tersi bir karşılığını bulmuş oluyor. Yani buradaki mevzu şu: sen “IŞİD ile mücadele” adı altında kendi çıkarlarını takip ediyorsun, ben de “IŞİD ile mücadeleyi” Esad rejiminin devrilmesi şartına bağlıyorum!

AKP hükümeti, ABD’nin ilan ettiği “IŞİD’i geriletme ve bertaraf etme” operasyonuna aktif desteğini Esad rejiminin devrilmesi şartına bağlamakla, ABD’yi zayıf yerinden yakaladığını düşünmekte. “Kara harekatı olmadan olmaz” savı, ilan edilen hedefe ulaşma bakımından her ne kadar askeri bir gereklilik teşkil etse de, bu gerçeklik, stratejisi bambaşka olan ABD’yi, Türkiye hükümetinin hesapladığı kadar ona mahkum etmemektedir. Bu bir yana; bu hesaptaki asıl hata ama, yukarda da işaret ettiğimiz gibi, Obama döneminin ABD’sinin Ortadoğu’daki angajmanın yakın hedefleriyle, Bush döneminin bölgedeki angajmanın hedefleri arasındaki önemli farkın görülmemesidir.

Zira, “tampon bölgedeki şantaj”ın (Foreign Policy dergisi) anlamı ortadadır: ABD’nin, Suriye iç savaşına doğrudan askeri olarak müdahil olması! ABD’nin kendisinin, yakın planda Suriye’ye dönük böyle bir aktif rolü almayı düşünmediği bilinmektedir. Kaldı ki ABD (Rusya, Çin ve İran’ın aktörleri olduğu) bu sorundaki tutumunu, Türkiye’nin Suriye açmazı üzerinden değil, dünya hegemonyasının gerektirdiği adımlar üzerinden belirleyecektir. Kısacası; sanayisini hızla yenileyen ve ekonomisini toparlamaya çalışan ABD’nin son hamlelerinin yukarda belirtilen taktiksel içeriği nedeniyle, AKP hükümetinin bu hesabı tutmayacaktır. ABD’nin IŞİD ile mücadelede gayet “bol zamanı” vardır. İşlerin uzaması ise, en başta da Türkiye hükümetini bölgeye ilişkin iddialı politikalarını terk etmek zorunda bırakacaktır. Çünkü Ortadoğu’daki gelişmelerin ivmesi, Kürt sorununu hala çözememiş Türkiye’nin zaman penceresini oldukça daraltmıştır. Türkiye’dir elini çabuk tutup pozisyonunu hızla değiştirmesi gereken aktör!

ABD’nin buradaki asıl açmazı ama şudur: bölgedeki girişimlerine dünya stratejisi bağlamında koyduğu sınırlar, ister istemez başka emperyalist güçlere, başta da Avrupalı emperyalistlere bölgede yeni alanlar açmaktadır. ABD’nin bölgeye ilişkin, hem asgari angajmanla azami sonuçlar alma ve hem de bunun bir gereği olarak rakip güçlerinin önüne onları sınırlayacak bir platform sunma taktiği, tam tersi sonuçlar verebilir. Bu açmazın kokusunu alan Türkiye’nin buna mecalinin yetmemesi, şu ya da bu emperyalist devletin de bu açmazdan ABD’nin öngördüğünden daha ileri bir düzeyde faydalanamayacağı anlamına gelmemektedir elbette. Özellikle Fransa ve Almanya “katkıda bulunmak” için pek tez canlı davranmışlardır!

Burada altı çizilmesi gereken önemli bir husus daha var. Türkiye’nin yüz yüze olduğu risk, sadece bölgeye dönük iddialı politikalar izleyememe hali değildir. IŞİD gibi fiili bir tehdit karşısında yeltendiği şantaj politikası, Türkiye’ye sadece dünya kamuoyu ve bölge halkları nezdinde itibar kaybettirmemekte. Bundan daha önemlisi, AKP’nin hırslı ve kısmen de mezhepçilikle soslu bu politikasının Türkiye’nin iç siyasetine yaptığı ve daha da yapacağa benzeyen çok yönlü etkileridir. Bu satırlar kaleme alındığında, Türkiye’de Kobani direnişiyle dayanışma eylemleri çerçevesinde çıkan olaylarda 40’a yakın insan ölmüştü. Hükümetin bu gelişmelere, hak aramayı terörize eden politik bir ortam yaratmak ve polisin yetkilerini artırmayı öngören yasaları çıkarmakla karşılık vermesi, işin yalnızca bir boyutudur. Diğer boyutu ama, Ortadoğu’daki altüst oluş süreciyle; başlangıçta onunla paralel ilerleyen ve AKP hükümetinin o zamanki hesabına göre kendisine bölgede olağanüstü avantajlar sağlayacağı düşünülen ülke içindeki “açılımlar süreci”nin tam da ters bir denge oluşmuşken kesişmesidir .

Başka bir deyişle: AKP hükümeti, iktidara geldikten kısa bir süre sonra, Türkiye’de Kemalizmin ceberutça oluşturduğu zor ve inkara dayalı Türk ulusu “tutkalı”nı, Yeni-Osmanlıcı hayalleriyle orasından burasından sökmeye başladı. Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı vb. derken, yıllar geçmesine karşın bu sorunların hiçbirisinde gerçek anlamda demokratik adımlar atmadı. Cumhuriyetin belli başlı sorunlarını bir yerde kabul etti ama, ülke içinde kendi iktidarını pekiştirmenin ve ülke dışında da emperyal özlemlerini gerçekleştirmenin bir kaldıracı olarak! Sorunları burjuva demokratik bir çerçevede çözmek yerine, siyasi taktiklerinin konusu yaptı. Ulusal, mezhepsel, bölgesel pek çok sorunun üstünü örten eski “tutkalı” çözdü, yerine ama yenisini inşa edemedi. Şimdi varlıkları itiraf edilmiş bu sorunlar, birer açık yaralar olarak orta yerde durmaktadır. Ve işte tam da bu açık yaralar Türkiye’yi, Ortadoğu’daki devletsel ve mezhepsel çözülme süreçleri ve çatışmalarına açık hale getirmektedir.
Kısacası; Türkiye devleti ve hükümeti, Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma riskiyle karşı karşıyadır!

Kobani direnişinin bölge halkları açısından anlamı

Bölgedeki son gelişmeler ve özellikle Kürt halkının Ortadoğu’daki bugünkü pozisyonu ve verdiği demokratik mücadele, Türkiye’deki Kürt sorununu, Türkiye’nin yakın geleceği açısından şimdiye kadar olmadık bir düzeyde anahtar bir sorun haline getirmiştir. Kürt ulusal hareketiyle başlatılan, ama hala devlet cephesinden somut bir adım atılmamış olan “çözüm süreci”, hükümetin iç politikada giderek büyüyen bir açmazına doğru evrilirken, Ortadoğu’daki açmazları bakımından hala en büyük kozu durumundadır . Fakat, AKP hükümetinin, özellikle Suriye Kürtlerinin IŞİD saldırganlığına karşı Kobani’de sergiledikleri onurlu direniş karşısında aldığı tutum, kendi ve bölge gerçekliğinden giderek uzaklaşan bir pozisyona savrulduğu izlemini vermektedir.

Hükümetin, IŞİD’cilerin Kobani’yi düşürmesini neden arzuladığı açıktır. Kobani; Suriye’nin kuzeyinde bulunan Rojava özerk bölgesinin üç kantonundan biridir. Bu bakımdan Rojava’daki demokratik özerklik, Türkiye Kürtleriyle pazarlıklarını en asgari noktada sürdürmek isteyen Türkiye devleti açısından tasfiye edilmesi gereken kötü bir örnektir. Ayrıca sadece Türkiye Kürtlerine verdiği ve vereceği ilham bakımından değil, Rojava aynı zamanda, Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt yönetimiyle kurduğu petrol işbirliğini de tehdit etmektedir. Kuzey Irak “Kürt petrolü” Türkiye’den geçen petrol hattı üzerinden dünyaya satılmaktadır. Kuzey Suriye’de Rojava özerk bölgesinin varlığını sürdürmesi, Türkiye’den geçen bu petrol hattının ileride by pass edilebilmesi riskini de içermektedir. İşte bu nedenlerden ötürü AKP hükümeti, Kobani’nin düşmesini beklemiş; dahası, ABD ile müzakerelerinde Kobani’ye sahip çıkılmamasını şart koşmuştur. ABD de, bir yere kadar (Türkiye’den istediğini kopartana kadar) Kobani’nin düşmesine engel olmamıştır. Ayrıca, Ortadoğu halkları açısından demokratik bir örnek teşkil eden bu kantonlar ve yönetiminin, ve belirli anti-emperyalist özelliklere sahip silahlı bir örgütün liderliğinde (PYD/PKK) süren bu mücadelenin güçlenmemesi de işine gelmekteydi.

Fakat bu hesaplar tutmadı! Kobani halkı kahramanca direndi ve direniyor hala. Kobani direnişi, kentin sınırlarını aşıp dünya ölçeğinde bir sembol oldu! Kobani’de çarpışan bir yerde Ortadoğu’nun geçmişiyle geleceğidir. Ortadoğu’da çözülenin yerine ne geleceği hala açık olmakla birlikte, filizlenenler arasında sadece ilkel mezhepçi barbarlık yok, aynı zamanda halkların demokratik geleceğine işaret eden filizler de var. Kobani’de bu ikisi karşı karşıya gelmiştir ki, bu bir tesadüf değildir.

Dolayısıyla, IŞİD ile mücadele ettiğini iddia eden ABD’nin bu sembolün düşmesine kayıtsız kalması, sadece IŞİD’e olağanüstü bir moral vermeyecek, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki yeni hamlelerin inandırıcılığını yok edecekti. Ve Kobani direndikçe, bir sembol haline geldikçe, Kobani’yi harcama hesapları karşılıksız kalmıştır. Sonuçta, AKP hükümeti bu gerçekliği kabul etmekte direndikçe ve koalisyona girme şartlarında ısrar ettikçe, ABD de Kobani’ye destek vermek üzere hava saldırılarını artırmak zorunda kalmıştır. Gelinen yerde ise, desteğin boyutlarını genişletmek üzere PYD ile de dolaysız görüşmelere girdiğini de açıklamıştır…

* * *

Rojava’da başta Kürtler olmak üzere, Araplar, Ermeniler, Süryaniler ve Çeçenler biraraya gelip demokratik bir özerklik oluşturmuşlar. Bu yapının esinlendiği konsept (demokratik modernite, özerklik, radikal demokrasi vb.) hakkında şöyle ya da böyle düşünebilirsiniz. Bunu ütopik, reformist, temelleri zayıf vb. değerlendirebilirsiniz . Ancak bütün bunlar, Rojava (Kobani)’nin Ortadoğu halkları açısından bugünkü anlamını değiştirmemektedir. Bu şudur: Çeşitli milliyet ve mezheplerden halkların, ortak demokratik bir zeminde buluşup kendi kaderlerini kendi ellerine alması. Şu veya bu emperyalist projeye yaslanmadan ya da onun uzantısı olmadan, halkların kendi kaderini demokratik bir zemin, anlayış ve ruhla belirlemesi ve ortaklaşa bunun mücadelesini vermesi…

Partimiz, Rojava’daki halkların bu inisiyatifine, bu demokratik anlayış ve ruhuna, bugünün Ortadoğu halkları için ileri bir örnek teşkil eden bu mücadelesine sahip çıkmaktadır. Bu sahip çıkmayı sadece bir dayanışma konusu olarak da ele almamaktadır.

Bugünkü Türkiye; bir yandan Ortadoğu’da cereyan eden çözülmelere, çeşitli provokasyonlara, halk kitlelerin birbirine karşı kışkırtılması ve kırdırılmasına açık hale gelen, diğer yandan da başarısızlığı arttıkça ve kitlelerin mücadelesi yükseldikçe saldırganlaşan bir hükümetin işbaşında olduğu bir Türkiye’dir. Kitlelerin olayları mezhepsel, milliyetçi ve şoven bir noktadan kavramaya itildiği bu koşullarda partimiz, çeşitli milliyetlerden emekçi kitlelerin demokratik talep ve hedefler üzerinden en geniş birliğini sağlamaya azami önem vermekte ve bu birliği geliştirmeye dönük çalışmalarını hızla artırmaktadır.

Emek Partisi (EMEP)
1Açıktır ki, mesele sadece emperyalist müdahalelerin sonuçlarıyla da sınırlı değil. Ürdün, Lübnan, Suriye vb. devletler, dünya kapitalizminin çözdüğü ve dağıttığı ekonomiler nedeniyle de ayakta durmakta zorlanan devletlerdi(r). Bu bakımdan coğrafyanın diğer ülkeleriyle aynı sorunları yaşamaktadırlar.
2“ABD’nin, Türkiye’yi İslam Devleti’ne karşı mücadeleye katmaya ihtiyacı var. Ama Türkiye, ABD’yi Suriye’deki iç savaşa iyice çekmeden bu mücadeleye katılmak istemiyor.” (“Blackmail in the Buffer Zone”, Kate Brannen, Foreign Policy, 15.10.14)
3Bu adımların, ileride bir tampon bölgeyi gerektirip gerektirmeyeceği ise şimdiden belli değildir.
4Türkiye’nin, bu satırlar yazılırken, BM geçici güvenlik konseyi üyeliğine seçilememesi bu itibar kaybıyla alakalıdır; karşıt kulis faaliyetlerinde bulunanların başarılı olmasında bir rolü olmuştur. Öte yandan Batı basınında bazı kalemler, Türkiye’nin Kobani tutumunda ısrar etmesi halinde NATO üyeliğinin tartışılması gerektiğini yazmaktadırlar!
5 Yani, Türkiye’nin bölgeyi değil de, bölgenin Türkiye’yi etkilemeye başladığı bir anda bu kesişmenin gerçekleşmesi
6 Son bir iki günde hükümet cephesinden yapılan açıklamalar, ‘çözüm süreci’ndeki mevcut tıkanmayı biran önce aşmamanın elindeki bu en önemli kozu da yitirmesi anlamına geleceğini gördüğünü gösteriyor. Tabii atmaya hazır olduğunu ima ettiği adımların, son haftalardaki politikasının “çözüm süreci” hakkında Kürt halkında oluşturduğu güvensizliği aşmaya yetip yetmeyeceği oldukça tartışmalıdır.”
7En son haberlere göre, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Parlamentosu “Rojava ile resmi ilişkilerinin geliştirilmesi” kararını almıştır.
8Partimiz bu konseptin kendisi ve esinlendiği kuramlarla ilgili eleştirilerini teorik dergisinde yayınladığı çeşitli makalelerle ortaya koymuştur.

Paylaş: